Merhaba,
İktisat Nedir? | Bülten‘in bu haftaki sayısında Covid-19 aşı patentleri ile ilgili tartışma var. Tam kapanma konusuna da değinmeden edemedim. Haftanın bağlantılarında ilginizi çekecek bir şeyler bulacağınızı umuyorum.
İyi okumalar!
Toplam okuma süresi: 12 -14 dakika
Hayatın içindeki iktisat
Aşı ve patent tartışmaları
Haberlerde okumuşsunuzdur, ABD aşı patentinin geçici süreyle de olsa serbest bırakılmasını destekleyeceğini açıkladı. Geçen Ekim ayında Hindistan ve Güney Afrika, Dünya Ticaret Örgütü'nden böyle bir talepte bulunmuştu. ABD, işte bu talebi destekliyor. AB ülkeleri ise bu konuda fikir birliği sağlayamadı. Mesela, Almanya bu öneriye karşı çıkıyor. BioNTech kurucu ortağı Özlem Türeci de "Aşı patentinin askıya alınması iyi bir fikir değil" demiş. Bu arada, Hindistan'da 7 Mayıs'ta bir günde 4 187 kişi Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti.
Aşı patenti ya da aşıyla ilgili fikri mülkiyet hakları konusunda büyük bir tartışma var. Takip edebildiğim kadarıyla, pek çok kişi aşıyla ilgili patent korumasından vazgeçilmesini istiyor. Tahmin edebileceğiniz gibi, ben şimdi "konu o kadar da basit değil" diyeceğim. Ama bunu demeden önce, sonda söyleyeceğimi hemen başta söyleyeyim:
Salgın süresince her bildiğimizi yeni baştan değerlendirdiğimiz gibi, bu patent konusunu da baştan düşünmemizde fayda var. Yeni teknolojiler ve dahi yeni krizler her zaman mülkiyet hakkı konusunun yeniden ele alınmasını gerektirmiştir. Mesela, 1890'larda arsanın mülkiyet hakkının arsanın altında (yer altı) ve üstünde (gök yüzü) yer alan her şeyi kapsadığı düşünülüyormuş. O zamanlarda, Sir William Blackstone demiş ki, "Yani şu 'arsa' kelimesi sadece dünyanın yüzeyini değil, onun altındaki ve üstündeki her şeyi kapsar" (Commentaries on the Laws of England in Four Books, Philadelphia: J.B. Lippincott Co., 1893. Vol. 1 - Books I & II.). Taa ki ne zamana kadar? Uçaklar ortaya çıkıp o arsalar üzerindeki göklerde cirit atmaya başlayana kadar! Arsa sahipleri gökyüzü üzerindeki haklarını savunmuşlar mı? Savunmuşlar. Ama zaman içinde, uçakların her uçuş için güzergahlarındaki tüm arsa sahiplerinden izin almasının aşırı saçma olduğu anlaşılmış! Dünyayı etkileyen bir salgın söz konusuyken, yer gök bana ait diyenlere "bir dakika dur, bu salgından en çabuk ve en hakkaniyetli şekilde nasıl kurtuluruz, onu düşünüyoruz!" dememizde fayda olabilir. İnsanlığın ortak faydası, bu sefer, patentlerin serbest bırakılıp, dünyanın iş birliği içinde aşı üretimini arttırmasından geçiyor sanki. Evet, bu zor bir iş. Ama bu Covid-19 da sıktı artık. Yani!
Şimdi bunu neden söyledim açıklamaya çalışayım. Patent tartışmasında gündeme gelen sorular şunlar: (1) Aşı patentleri askıya alınırsa, aşı üretimi ve dağıtımı konusundaki sıkıntılar azalır mı? (2) Covid-19 aşıları için patent korumasının kaldırılması, Covid-19 mutantlarına ve gelecekte ortaya çıkabilecek virüslere karşı aşı geliştirilmesini yavaşlatabilir mi?
İlk bakışta, birinci sorunun cevabı "evet"miş gibi görünüyor. Ancak, birinci soruya verilecek cevap, ikinci sorunun cevabı ile de ilgili. Patent korumasını savunanların argümanlarından biri, ikinci sorunun cevabıyla ilgili. Diyorlar ki, patent korumasını kaldırırsanız, firmaların, Covid-19 mutantlarına ve gelecekteki salgınlara karşı hızlı bir şekilde aşı geliştirme müşevviğini de azaltırsınız. Alın size "hayatın içindeki iktisat"!
Şimdi, görevimi yapayım ve kafanızı biraz karıştırayım! 🙂
İktisadi açıdan bakınca, bu patent konusu, geçen hafta da bahsettiğimiz "görünmez el" ile ilgili. Daha doğrusu, görünmez elin neoklasik iktisattaki yorumu ile ilişkili. "Görünmez el"in bu yorumunu iktisat derslerinden biliyorsunuz. Basitçe diyor ki, serbest piyasalar iyidir. Özgürce karar alan bireyler ve firmalar, kendi amaçları peşinden koşarken piyasaların etkin bir şekilde işlemesini sağlar. Buna görünmez el teoremi diyelim.
Bu görünmez el teoremi, örtülü olarak, mülkiyet haklarının korunduğunu varsayar. Çünkü, serbest piyasa dediğimiz şeyin işlemesi için bireylerin ve firmaların tüketim ve üretim seçimlerini özgürce yapması yetmez. Ürettikleri ve satın aldıkları şeylere dair haklarının da korunuyor olması gerekir. Bunun mantığı basit: ürünlerinizi ve sahip olduklarınızı koruyan bir sistem yoksa, üretmeye ve satın almaya pek gönüllü olmazsınız. İşte mülkiyet hakları, üretim ve tüketim için gerekli alt yapıyı sağlar.
Patentlerle ilgili soru şu: fiziki malların mülkiyeti ile ilgili olan bu varsayım, patentler gibi fikri mülkiyet hakları için de geçerli midir? Yani, düşünüp, taşınıp, binbir zahmete (ve masrafa) katlanıp ürettiğiniz fikrin korunması, piyasaların teorideki gibi etkin bir şekilde işlemesi için gerekli midir? Bu soru neden önemli? Çünkü, aşıda patentleri savunanlar, örtülü olarak, fikri mülkiyet hakları ile fiziki şeylerin mülkiyet haklarının aynı olduğunu varsayıyorlar ve piyasanın işlemesi için patent korumasının gerekli olduğunu düşünüyorlar.
Soruyu cevaplamak için fikri mülkiyetin, bir fikirle, yani fiziki olmayan bir şeyle ilişkili olduğunu akılda tutmakta fayda var. Mesela, bir evin mülkiyet hakkı ile, bir fikrin mülkiyet hakkı arasında bazı farklar var. Birincisi, evi ben kullanıyorsam, siz kullanamazsınız. Siz kullanıyorsanız, ben kullanamam. Ama bir fikri ikimiz de aynı anda kullanabiliriz. İkincisi, fiziki şeylerin çoğu bir arz kısıtına sahip. Fikirler söz konusu olduğunda durum farklı. Bir fikri yüzlerce, binlerce kişi kullansa da fikir tükenmez. Üçüncüsü, fiziki mülkiyet belirli bir şeyle ilgilidir. Mesela, Ankara Keçiören'deki belirli bir evin mülkiyeti veya bugün aldığım şu kalemin mülkiyeti ile ilgili olabilir. Fikirler söz konusu olduğunda durum farklı. Şu an kullandığım klavyenin mülkiyetinden değil, bu klavyeyi ve bunun gibi binlerce klavyeyi üretmeyi sağlayacak bir fikirden bahsediyoruz. Belirli bir makinadan değil, o makinanın nasıl tasarlanacağı ile ilgili fikirden bahsediyoruz. Şöyle düşünün: fiziki olarak varlık bulan basılı bir kitabın mülkiyet hakkı ile bu kitabın içindeki fikirlerin mülkiyet hakkı birbirinden farklı şeyler. Özetle, fikirler, bu özellikleri itibariyle piyasa mallarından çok kamu mallarına benziyorlar. Bu sebeple, patentleri veya genel olarak fikri mülkiyet haklarını piyasa temelli argümanlarla savunurken bunu dikkate almak gerekiyor.
Fiziki şeylerin mülkiyet hakkı ile fikirlerin mülkiyet hakkı arasındaki farkları, bu konudaki felsefi tartışmalar bağlamında da değerlendirebiliriz aslında ama bu konuya çok da girmeyelim. Sadece mülkiyet hakkını savunanlar neden savunuyorlar onu söyleyeyim. Üç temel argüman var. Birincisi, John Locke'a kadar geri götürebileceğimiz bir argüman. Diyor ki, bu insanların doğal haklarıyla ilgilidir. Basitleştirirsek, argüman, insanın varlığını sürdürme hakkı bağlamında emek harcadığı şeylerin mülkiyet hakkına da sahip olması gerektiğini söylüyor. İkincisi, uzmanların Hegel'e kadar geri götürdüğü bir argüman. O da şöyle: (yine aşırı basitleştirerek) kişinin fikirlerini--misal, bir kitapta veya bir tasarımda--dışa vurma hakkı, o kişinin dışa vurduğu fikirlere de sahip olmasını gerektirir. Bu iki argüman da, aşı söz konusu olduğunda çok ikna edici değil. Sonuçta, benim varlığımı sürdürmemi ve hayatta kalmamı sağlayan bir fikir (mesela, aşının geliştirilmesini sağlayan fikir), başkalarının hayatını da kurtarabilir. Daha da önemlisi, başkalarının bu fikri kullanması benim kullanmamı engellemez. Diyelim ki ben bir salgın sırasında, kendi hayatımı kurtaracak bir aşı buldum. "Bu aşı benimdir kimselere vermem" demek yerine başkalarının da bu fikri kullanmasına izin verirsem, insanlığın varlığını sürdürmesine de yardım etmiş olurum. Özetle, insanın varlığını sürdürme hakkına veya kendini ifade etme hakkına dayanarak aşıda fikri mülkiyet haklarının korunmasını savunmak pek kolay değil.
Üçüncü argüman ise iktisatçıların sıklıkla kullandığı bir argüman: müşevvik temelli faydacı (utilitarian) argüman. Bu argüman basitçe şöyle: Fikirler, buluşlar, yaratıcı ve bilimsel eserler, toplum için faydalıdır. Fikri mülkiyet haklarının korunması, bu fikirlerin, buluşların ve eserlerin üretilmesi için (parasal) müşevvikler sağlar. Eğer fikri mülkiyet hakları korunmazsa, bu fikirler, buluşlar ve eserlerin üretimi azalır.
Bu argüman diğerlerine göre daha ikna edici ama yine de sorunlar var. Birincisi, fikirler, aşı gibi buluşlar ve yaratıcı eserler, fikri mülkiyetin korunmadığı dönem ve yerlerde de üretilmiş ve üretiliyor. Açık kaynak ve özgür yazılım örneğinde olduğu gibi günümüzde fikri mülkiyet hakkı korumasına ihtiyaç duymadan üretilen pek çok yaratıcı fikir var.
İkincisi bu argüman, fikri mülkiyet haklarının korunmasıyla ilgili ödünleşmeyi dikkate almıyor. Fikri mülkiyetin korunması, bir taraftan fikir üretimini teşvik ederken, diğer taraftan da üretilen fikirler ile ilgili tekeller oluşturuyor ve rekabeti kısıtlıyor. Fikirler, buluşlar ve yaratıcı eserler, yoktan var olmuyor. Yeni fikirler eski fikirlerin üzerine inşa ediliyor. Mesela, fikri mülkiyet haklarının korunması, fikirler için tekel hakkı verdiğinden yeni fikirlerin ortaya çıkmasını yavaşlatıyor olabilir. Tersten düşünürseniz, fikri mülkiyet hakları üzerindeki korumanın kalkması, mevcut fikirleri herkesin kullanımına açarak fikirden doğan şeylerin (aşı, makina, oyun konsolu, aşı vb.) üretimini arttırabilir ve hatta yeni fikirlerin filizlenmesine de yol açabilir.
Müşevvik temelli argüman, korumanın kalkmasının olası negatif etkilerini dikkate alıyor ama olası pozitif etkilerini göz ardı ediyor. Aşı hakkında düşünürken, bu ödünleşmeyi, mevcut Covid-19 aşılarının üretimi ve gelecekte ortaya çıkacak virüslere karşı aşı geliştirilmesi açısından ele alabiliriz. Mevcut kapitalist sistem içinde, korumanın kalkmasının negatif ve pozitif etkilerini dikkate alarak düşünmek gerekiyor.
Görünmez el konusuna dönersek, fikri mülkiyet haklarının korunması argümanı, aslında bir piyasa başarısızlığını, başka bir piyasa başarısızlığı yaratarak çözmeye çalışıyor. "Koruma olmazsa, az fikir ve buluş üretilir" deyip sonra da tekel gücü veren bir koruma kalkanı öneriyor. Dolayısıyla, fikri mülkiyet hakkını iktisadi açıdan savunanlar, bir tarafta tam rekabetçi piyasanın nimetlerini överken, diğer taraftan da geçici süreyle de olsa fikir sahiplerine tekel gücü verilmesini savunuyorlar. Hassas dengeler!
Sizin anlayacağınız, genel olarak fikri mülkiyet haklarının korunmasıyla ilgili her yönüyle tutarlı ve sağlam bir argüman geliştirmek çok kolay değil. Yani, bir düşünce insanının fikri mülkiyet hakkı ile aşı firmasının fikri mülkiyet hakkını aynı kefeye koyup tek bir argümanla savunmak zor görünüyor. Öyleyse, söz konusu aşı olduğunda, salgın koşullarını da dikkate alarak bir değerlendirme yapmakta fayda var. Dünya çapında bir salgın söz konusu iken, toplumun ortak faydası, dünyanın ortak faydasıyla aynı anlama geliyor ve öncelikleri yeniden değerlendirmek gerekiyor. Bu sebeple, bu konuda düşünürken iktisatçı reflekslerimizi biraz frenlememizde fayda olabilir.
Şimdi gelelim aşı konusuna. Bu konuda düşünürken pek çok faktörü dikkate almak lazım. Mesela, patent dediğimiz şey, aşı üretiminin adım adım nasıl yapılacağını gösteren bir döküman değil. Dolayısıyla, patent serbest kalsa da, misal ben aşıyı üretemem. Aynı şeyin gelişmekte olan ülkeler için de geçerli olduğunu söyleyenler var (aşağıda karşı argümanı da vereceğim). Özetle, patentin serbest kalması, herkesin mucizevi bir şekilde aşı üretebileceği anlamına gelmiyor. Aşı patentinin serbest kalması, çok aşamalı bir sürecin sadece ilk adımı olabilir.
Konuyla ilgili olarak yazılanlara bakalım:
Financial Times'taki habere göre, ilaç firmaları zaten üretim kapasitesini artırmak için rakipleriyle iş birliği yapmak dahil her şeyi deniyorlarmış. Buna ek olarak, haber, Moderna'nın geçen sene patentlerini erişime açtığını ve bunun aşı üretimine bir etkisi olmadığını söylüyor.
Merak edip baktım, Moderna, Kasım 2020'de yaptığı açıklamada "Moderna will not enforce our COVID-19 related patents against those making vaccines intended to combat the pandemic" demiş. Yani, benim anladığım, Covid-19 ile ilgili patentleriyle ilgili yasal yollara başvurmayacağını söylemiş. Eklemem gerekir ki, bu konu da çok basit değil, çünkü Moderna'nın patentleriyle ilgili başka tartışmalar var.
Bu arada Moderna, son gelişmelerden sonra da aşıyla ilgili patentlerin serbest bırakılmasının şirketi etkilemeyeceğini söylemiş.
Ancak, genel olarak ilaç şirketleri fikri mülkiyet haklarından feragat edilmesinin daha fazla aşı üretilmesini sağlamayacağını düşünüyormuş.
The Guardian haberi ise aşı üretimi için gerekli ham madelerdeki arz sıkıntısının, patentlerin serbest kalmasından daha önemli bir kısıt olduğunu söylüyor.
Geçen hafta, Güven Sak da yazdı. Güven hoca, "Patent koruması olmasa, aşı kolayca bulunur mu?" başlıklı yazısında şöyle diyor. "İş, formülü almakla bitmiyor. [...] bunun sağlıklı üretimi için gereken altyapıya sahip olmanız lazım. Üretimin doğru şartlarda yapılıp yapılmadığının denetlenmesi ve kalite garantisinin güvenilir biçimde verilmesi lazım. Ne lazım? Kurumsal altyapı ve yönetim becerisi elbette. [...] Zamanında üç kamyonu bir köprüye yöneltemeyenlerin, üç maskeyi millete bedava dağıtamayanların, formül elde bile olsa aşıyı sağlıklı şartlar altında üretebileceğinin de hiçbir garantisi yok maalesef. Kalite kontrol protokolü de fotokopi ile çoğaltılıp verilmiş olsa bile, sonucun aynı olmayacağını herhalde hepimiz biliyoruz."
DW de konuyla ilgili haberinde, "patente erişim, aşıya erişim demek değil" diyor. Yani, iş patentle bitmiyor diyor.
Kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan İhmal Edilen Hastalıklar için İlaç girişiminden Rachel Cohen, patentler serbest kaldıktan sonra yapılması gerekenleri şöyle sıralıyor: (a) aşı üretimi ile ilgili bilgi ve becerilerin aktarılması ve (b) üretim kapasitesine yapılan büyük bir yatırım yapılması.
The Conversation'daki yazıda da patentin aşı üretimindeki tek engel olmadığını ve gelişmekte olan ülkelerin özellikle yeni nesil aşıları üretebilmesi için teknolojik bilgi aktarıma ihtiyaç duyacağını söylüyor.
Eklemek gerekir ki (yukarıda bahsettiğim) "patent serbest kalsa da gelişmekte olan ülkeler bunu üretemez" argümanına da biraz şüpheyle yaklaşmakta fayda var.
Mesela, LSE 'blog'undaki yazısında Siva Thambisetty bunun çok da doğru olmadığını örnekler vererek açıklamaya çalışıyor.
Siva Thambisetty, başka bir yazısında ise, ilaçlar söz konusu olduğunda, fikri mülkiyet haklarının korunmasının ortak faydaya hizmet etmediğini anlatıyor.
Bütün bunlara ek olarak, aşı üreten şirketlerin kamu kaynaklarıyla desteklenmiş olmasını dikkate almakta fayda var. Gökçe Başbuğ, Medyascope'da aşı patenti konusundaki soruları cevaplamış ve bu konuya da değinmiş. İzlemek isteyebilirsiniz.
Sonuç olarak, ilaç şirketleri patentlerinden vazgeçse bile dünya güllük gülüstanlık olmayacak. Aşı üreten şirketler haklarından feragat etseler bile aşı üretimini arttırmak ve aşıyı hakkaniyetli bir şekilde dağıtmak o kadar kolay bir iş değil. Ama her şeye rağmen, Covid-19 salgını her şeyi yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Anlatmaya çalıştığım gibi, hem "patent koruması olmazsa piyasa işlemez" diyenler hem de "patentlerden vazgeçilirse sorunlarımız çözülür" diyenler konuyu gereğinden fazla basitleştiriyorlar. İlk önce karşımızdaki problemin karmaşık bir problem olduğunu kabul etmemiz lazım ki problemi nasıl çözebileceğimizi düşünmeye başlayabilelim.
Covid-19 ile mücadele
Geçen sayıda tam kapanma konusunu ele almıştım. Daha önce de salgın politikası ile iktisat ilişkisini tartışmıştım. Ne demiştim, kısaca hatırlatayım:
"Politikacılar genellikle sadece ilk gördükleri (işlerine gelen) etki ile ilgilenir ve politikaların olası diğer etkilerini dikkate almaz. Mesela, faizi indirirsek ekonomiyi canlandırabiliriz diye düşünürler ama faiz indiriminin yol açacağı ikincil, üçüncül etkileri dikkate almazlar; ekonomideki karmaşık nedenselik ağını göz ardı ederler. Ya da kura müdahale edeyim derken rezervleri eritirler ve başka sorunlara yol açarlar… Yine politikacılar, Peltzman etkisiymiş, yapacakları düzenlemenin insanların davranışında yaratacağı davranış değişiklikleriymiş, bunları genellikle göz ardı ederler. Buna bir de marjinde düşünmeyi becerememeleri–yani fayda-maliyet, fayda-risk değerlendirmesi yapmadan topyekun kararlar almaları–eklenince, kamu politikası sık sık amaçlanmayan ve istenmeyen sonuçlara yol açar. Tüm bunlara, politikacıların aldıkları karaların alternatif maliyetini ve salgını önlemek ile ekonomiyi canlı tutmak arasındaki ödünleşmeleri dikkate almamalarını ekleyebiliriz."
Geçen haftaki zincirleme genelge, düzenleme ve açıklamaları da bu kapsamda değerlendirebiliriz. Düzenlemenin kamu otoritesi tarafından öngörülemeyen sonuçlarından biri, vatandaşın tepkisiydi. Vatandaş neden tepki gösteriyordu? Çünkü düzenleme vatandaşı olumsuz bir şekilde etkiliyordu. Anlaşılan o ki, düzenlemeyi yapanlar bu etkileri öngörememişti. İlk başta bir tek alkol yasaktı, zaruri olmayan ürün yasağı diye bir şey yoktu. Alkol yasağına tepkiler çığ gibi büyüdü ve yasağın hukuki olmadığı söylenmeye başlandı. Bunu hemen ardından İl hıfzısıhha kurullarının aldığı kararlar yayınladı.
Ama konu sadece alkol değildi, bir taraftan da zücaciyeciler ve diğer küçük esnaf "büyük market zücaciye satıyor, şunu satıyor, bunu satıyor da ben neden satamıyorum?" demeye başladı. Kararlar ve genelgeler daha da renklendi. İl hıfzısıhha kurullarından bazıları "market ve süpermarketlerde temizlik ve gıda dışında aralarında inşaat malzemesi, tekstil, çanta, ayakkabı, halı, mobilya, beyaz eşya gibi ürünlerin satışına kısıtlama getirildiğini" bildirdi. Herhalde bu il hıfzısıhha kurulu kararları yetersiz olmuş olacak ki, hemen ertesi gün İçişleri Bakanlığı aynı konuda bir genelge yayınladı. Ne var ki, genelgede belirsizlikler vardı. Ne yasak ne değil tam anlaşılamamıştı. Önceki hafta alkol yasak mı değil mi diye anlamaya çalışıyorduk, geçen hafta ise tartışma çeşitlendi. Marketlerin de kafası karıştıktı. Mesela, bazı marketler hijyenik ped raflarını kapatmıştı. Vatandaş için zaruri olan bazı ürünlerin kamu otoritesi ve market yönetimleri tarafından zaruri olmayan kategorisine alınması tepkilere yol açtı. Ama tek tepki bu değildi. Pazar yerleri kapanmış, çiftçinin ürünleri elinde kalmıştı. Salgın döneminde en çok desteğe ihtiyacı olan gruplardan biri olan çiftçiler ortada kalmıştı. Kamu otoritesi düzenlemeleri yaparken onları düşünmemişti. Bu ortaya iyice çıkınca, market genelgesinin akşamına da bir pazar yerleri genelgesi yayınlandı ve pazar yerleri açıldı. Marketlerde bazı ürünler yoğunluk oluşmasın diye yasaklanırken, pazar yerleri açılınca pek çok pazar yerlerinde (misal, Bursa'da, Alanya'da, Sivas'ta) izdiham yaşandı. Bir düzenleme ile aynı anda birden fazla sonuç elde etmeye çalışmanın ne kadar zor olduğu bir kez daha görüldü.
Tüm bunlara ek olarak, salgınla mücadele açısından doğru mesajlar vermeyen, hakkaniyetsizlik duygusu yaratan ve dolayısıyla kurallara ve düzenlemelere uyma müşevviğini azaltan diğer bazı şeyleri de oldu. Bunlardan birincisi, yetkililerin kendi koydukları yasaklara uymamaları ve kalabalık bir şekilde cenazelere katılmalarıydı. İkincisi ise, sanki salgınla mücadele sadece turist gelsin diye yapılıyormuş izlenimi uyandıran mesaj ve haberlerdi.
Nijerya, Türkiye'den gelenlere giriş yasağı getirdi. İngiltere, Türkiye'yi 10 gün otel karantinası uygulanan 'kırmızı listeye' dahil etti. Fransa, Türkiye'den gelen yolculara karantina zorunluluğu getirdi. Tüm bunlar olurken ve Avrupa Birliği sadece aşılı turistleri kabul etmeye hazırlanırken, Türkiye 15 ülke için PCR testi zorunluluğunu kaldırıldı. Yani, eğer ben yanlış anlamıyorsam, Türkiye turistin göreceği herkesi aşılayacak ama gelen turistten Covid-19 test belgesi veya aşı belgesi istemeyecekti.
Dışişleri Bakanı, Türkiye'nin kapanma politikasını özetleyen açıklaması. Ne diyordu? "Aşılamada turizm bölgelerine ağırlık verdik. Turistin görebileceği herkesi mayıs sonuna kadar aşılayacağız" diyordu.
Reuters, bir haberinde, Türkiye'nin vatandaşlarını eve kapatırken turistlere kucak açtığını yazmıştı.
Bakan Çavuşoğlu, yaptığı açıklamanın tepki görmesine şaşırmış ama vatandaşın bu açıklamaya neden tepki gösterdiğini anlamak için diğer tüm gelişmelerle birlikte ele almak lazım. Turistlere her şey serbestken vatandaşın eve kapatılması doğal olarak tepki görüyor. Yukarıdaki haberleri okumanın, evinde kapalı kalan ve yürüyüş yapmaya bile çıkması yasak olan vatandaşı kurallara uymaya motive ettiğini düşünmek çok zor.
Kabul edelim: aynı anda hem salgınla mücadele edip hem de turizmi ve ekonomiyi ayakta tutmaya çalışmak çok zor iş. Yine de iktisadi bakış açısı biraz yardımcı olabilir.
Haftanın bağlantıları
Enflasyonla mücadele
Lütfü Elvan CNN Türk'te soruları yanıtlamış. Enflasyonla mücadelede fiyat istikrar komitesi kurulacağını açıklamış. Bu komitenin fiyat kontrolü yapmayacağını, fiyatların piyasada belirlendiğini ama mesela arz şoklarına karşı fiyat istikrarını sağlamak için böyle bir komiteye ihtiyaç olduğunu söylemiş. Merkez Bankası'nın fiyat istikrarını sağlamada yetersiz kaldığını da eklemiş. Enflasyonla ilgili rakamlarla oynanıyor mu sorusuna verdiği cevap sırasında, TUİK'in yıpratılmaya çalışıldığını söylemiş. TUİK'ten aldığı bilgiyi aktarmış ve TUİK'in Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) ile suç duyurusunda bulunduğunu söylemiş. Bu grubun amacının TUİK'i itibarsızlaştırmak olduğunu söylemiş.
ENAG'dan Veysel Ulusoy, BirGün’e yaptığı açıklamada şöyle demiş: “Suçun kaynağı metodolojinin paylaşılmamasıymış ancak enagrup.org adresinde metodoloji geniş ve açık bir şekilde anlatılıyor."
Konuyu Bloomberg de haberleştirmiş.
Uğur Gürses, Lürfi Elvan'ın açıklamaları hakkında güzel bir değerlendirme yazısı yazmış. Lütfi Elvan'ı dinlediyseniz, bu yazıyı da okuyun derim. Gürses, ENAG'a açılan soruşturma meselesine de değinmiş. Benim anladığım, diyor ki, eğer TUİK'in itibarı ve güvenirliği ile ilgili endişeleriniz varsa, o zaman ENAG'a değil, ekonomi yönetiminin geçmişteki politikalarına bakmanız lazım.
Enflasyon konusu ilginizi çekiyorsa, Selva Demiralp'ın BBC Türkçe için yazdığı yazıyı okumanızı öneririm. "Enflasyon: Türkiye'de yıllık enflasyon yüzde 17'yi aştı, 'vahim tablonun' nedenleri neler?"
Diğer Bağlantılar
Bloomberg HT, Asaf Savaş Akat ile güzel ve keyifli bir söyleşi yapmış. İzlemenizi öneririm:
John Cochrane, 'blog'unda, yeni çıkacak bir kitabı tanıtmış. Akademik işlerle meşgul iktisatçıların işine yarayacak bir kitap gibi görünüyor. İlginizi çekebilir. Kitabın ismi, "The Economist’s Craft: An Introduction to Research, Publishing, and Professional Development" (Michael S. Weisbach, Princeton University Press).
Meraklısına Bilim'de Ayşe Buğra "temel gelir" (vatandaşlık geliri) uygulamalarını anlatmış. İzlemek isteyebilirsiniz.
Geçen hafta Sezgin Tanrıkulu 128 milyar dolar sorusuna ek olarak bir de 159 ton altın nerede diye bir soruyu gündeme getirmişti. Uğur Gürses, blog yazısında ortada kayıp altın olmadığını göstermiş ama yazı sadece bunu göstermekle kalmıyor, Merkez Bankası'nın döviz ve altın rezervlerini nasıl kullandığını da tartışıyor. Konu ilginizi çekiyorsa, mutlaka okuyunuz.
Erol Taşdelen, geçen hafta bahsettiğimiz çek krizini yazmış. Okumak isteyebilirsiniz.
Hayatın içindeki iktisat - Müşevvikler önemlidir: Cumhurbaşkanı Kararı ile balon balığı avcılığına desteklenmesi karar verildi. Devlet, Lagocephalus Sceleratus türü balık yakalayan balık avcılarına başına 5 TL verecek. İktisat öğrencilerinin çok iyi bildiği gibi, bu düzenleme ile bu zararlı balığın daha çok avlanmasının teşvik edilmesi amaçlanıyor.
Bitirirken...
Bu haftalık bu kadar. Okuduğunuz için teşekkürler.
Bültene abone olanlara ve Twitter'dan takip edenlere çok teşekkür ederim. Bülteni beğeniyorsanız, Twitter'da aktif olmayan kişilere de ulaşmama yardım ederseniz çok sevinirim. Mesela, Facebook'ta ve diğer mecralarda paylaşabilirsiniz ve ilgili olabilecek kişilere e-posta ile gönderebilirsiniz. Yardımınız için teşekkürler.
Güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle,
Sevgiler,
N. Emrah Aydınonat