Merhaba,
İktisat Nedir? | Bülten'in yepyeni bir sayısı ile karşınızdayım. Bu hafta biraz geciktim, kusuruma bakmayın. Artık, Pazartesi sabahı kahvenizi içerken okursunuz.
Geçen sene bu zamanlarda hem annem hem de babam Covid-19 tanısıyla hastaneye yatmıştı. Annem iyileşti ama doktorlar tüm çabalarına rağmen babamı kurtaramadı. Babamın ölüm yıldönümü vesilesiyle, izninizle, bu sayıda biraz Covid-19 ile iktisat arasındaki ilişkiden bahsedeceğim. Babam, yazdıklarımı okumayı severdi. Hayatta olsaydı muhtemelen bu bültenin ilk abonesi olurdu. Bu sayı babamın hatırası için olsun.
İyi okumalar!
Toplam okuma süresi: 12 -16 dakika
Hayatın İçindeki İktisat
Covid-19 ve Türkiye
İlk önce verilerle başlayalım. Sağlık Bakanlığı'nın web sitesindeki verilere göre günlük Covid-19 vaka ve "hasta" sayıları aşağıdaki grafikteki gibi seyretmiş. Salgının gittikçe daha vahim bir hal aldığı, grafikte net bir şekilde görülüyor.
Grafikte ilk dikkati çeken şey, 25 Kasım 2020'ye kadar günlük vaka sayısının olmaması. Biliyorsunuz, Sağlık Bakanlığı, salgının başlangıcında vaka sayısı adı altında kendi bulduğu "hasta sayısı" diye bir veriyi yayınlıyordu. Böyle yaptığı sonradan ortaya çıktı ve vaka sayılarını da yayınlamaya başladı. Salgının başlangıcında, yetkililer, vaka sayısının açıklanandan fazla olduğuna dair eleştirileri geçiştiriyor ve hatta eleştirenleri ülke çıkarlarına aykırı hareket etmekle falan suçluyordu. Bunun yerine, vaka değil hasta sayısı açıkladıklarını baştan söyleyebilirlerdi. Ama bunu tercih etmediler. O zamanlar, Twitter'dan yazmıştım, vaka sayıları konusunda şeffaf olmamak Sağlık Bakanlığı'nın salgınla mücadele konusunda yaptığı en büyük hatalardan biriydi. Bu hatadan az sonra (aşağıda) bahsedeceğim.
Grafikte, vaka sayısı verisinin Kasım ayında başlaması dışında başka bir gariplik daha var. Yukarıdaki grafikte günlük vaka ve "hasta" sayısı arasındaki farka bakarsanız, garipliği siz de göreceksiniz. Zaman geçtikçe, bu fark gittikçe açılıyor. Sonuç olarak, hasta sayısının vaka sayısına oranı gittikçe küçülüyor: başlarda testi pozitif çıkanların yüzde 24'ü hasta olarak değerlendiriliyorken, şimdi testi pozitif çıkanların yaklaşık yüzde 5'i hasta olarak değerlendiriliyor. (Siz de kontrol edin: 25 Kasım 2020'de 28 351 vaka var, hasta sayısı 6 814. Hasta sayısı/vaka sayısı = 0,240. 10 Nisan 2021'de ise 52 676 vaka var, hasta sayısı 2 497. hasta sayısı/vaka sayısı= 0,047) Aşağıdaki grafik, günlük hasta sayısının günlük vaka sayısına oranını gösteriyor. Bu oranda aşağı doğru bir trend var. (Bunu göstermek için trend eğrisini--grafikteki düz çizgiyi--ben ekledim.) Verileri Sağlık Bakanlığı'nın sitesinden indirirken bir hata yapmadıysam, bu oldukça garip bir durum. (Yanlışım varsa haber verin lütfen.) Bu garip durumun pek çok açıklaması olabilir. Mesela, Sağlık Bakanlığı "hasta" tanımını değiştirmiş olabilir veya artık testi pozitif çıkanların çoğu semptom göstermiyordur. Bilemiyorum. Haberleri takip eden biri olarak bu değişimi anlamamış olmam da sanırım yukarda bahsettiğim şeffaflık eksikliği kapsamında değerlendirilebilir. Açıklamayı biliyorsanız, paylaşırsanız sevinirim.
Covid-19 ve İktisat
Şimdi gelelim iktisat ve salgın konusuna. Covid-19'un iktisadi etkilerinden ve Covid-19 sonrası iktisadi toparlanmadan çokça bahsediyoruz ama bence hala iktisadi bakış açısını yeterince dikkate almıyoruz. Neden?
Açıklamak için yeni çıkan bir kitaptan faydalanacağım. Kitabın ismi "Economics in One Virus: An Introduction to Economic Reasoning through COVID-19". Yazarı, Ryan A. Bourne. Gelin bu kitabın da yardımıyla, salgına iktisat perspektifinden bakalım.
Salgın ve refahınız
İktisattan alınacak birinci ders şu: salgının bireylerin ve ülkelerin refahına etkisi sadece gelirle ilişkili değildir. Başka şekilde söyleyeyim: iktisadi refahınız sadece bankadaki hesabınız veya ülkenin milli geliri ile ilgili değildir, bundan daha fazlasını içerir. Salgın politikalarını tartışırken bunu dikkate almak lazım.
Salgın döneminde pek çok kişi işsiz kaldı veya gelirini kaybetti. Ama iktisadi bakış açısından bakıldığında bu kişilerin refahındaki azalma sadece bununla sınırlı değil. Salgın sürecinde hemen herkesin tercih kümesi daraldı, yani geliriyle alabilecekleri ve yapabilecekleri şeylerin sayısı azaldı. Buna ek olarak, artık pek çoğumuz eskiden yapmayı tercih ettiğimiz bedava aktiviteleri de yapamıyoruz. Eğer kendinizi salgın öncesine göre daha kötü durumda hissediyorsanız, bir nedeni de bu. Bunu daha iyi anlamak için salgın döneminde gelirini korumuş birini düşünün. Bu kişinin refahını sadece geliriyle ölçersek refahında bir değişiklik olmadığını söylememiz gerekir. Ancak, bu kişi de muhtemelen salgından etkilenen diğer herkes gibi artık eskiden yapmayı tercih ettiği pek çok şeyi yapamıyor. Bu sebeple, geliri aynı kalmış olsa da refahı azalmıştır diyebiliriz.
İktisatçıların işinin kafa karıştırmak olduğunu biliyorsunuz. Dolayısıyla, yukarıda söylediklerime bir ek yapmam gerekiyor. Aslında her şey bahsettiğim kadar net olmayabilir çünkü yukarıda salgın döneminde tercihlerin aynı kaldığını varsaydım. Bu doğru değilse, yani salgın döneminde tercihleriniz değiştiyse--mesela artık evde kalmayı eskiden yaptığınız şeylere tercih ediyorsanız--refahınız o kadar da azalmamış olabilir (hatta artmış bile olabilir). Önemli nokta şu: iktisada göre, geliriniz veya finansal durumunuz refahınızın tek ölçütü değil. Salgın döneminde kamu politikaları hakkında düşünürken bunu unutmamak lazım.
Buna ek olarak, salgın döneminde refahınızı değiştirecek pek çok şey olmuş olabilir. Covid-19'a yakalanmış olabilirsiniz, ailenizden birini kaybetmiş olabilirsiniz ve dahi salgın döneminde yaptığınız işte envayi çeşit bürokratik engelle karşılaşmış olabilirsiniz. Bunlar refahınızı olumsuz yönde etkileyen şeyler. İnsan odaklı politikaların bunları da dikkate alması gerekiyor.
Aynı şeyi, ülkeler için de söyleyebiliriz. Bir ülkenin refahının artıp artmadığını sadece o ülkenin gelirine, veya gayrı safi yurtiçi hasılasına (GSYH), bakarak ölçmek mümkün değil. Tamam, GSYH genel olarak iyi bir ölçüt ama aynı zamanda kısıtılı da bir ölçüt. Bizim refahımızı arttıran her şeyi ölçmüyor, refahımızı azaltan bazı şeyleri dikkate almıyor. Dolayısıyla, salgının iktisadi etkilerini tartışırken, tartışmayı sadece iktisadi büyüme ile sınırlı tutmak sakıncalı olabilir. Mesela, bir devlet "aman Turizm gelirini kaybetmeyelim" diye salgın önlemlerini gevşetirse, bunun iktisadi büyümeye kısa dönemde olumlu bir etkisi olabilir, ama salgının GSYH ile ölçülmeyen zararları (hastalıklar, ölümler, ailelerin çektiği acılar vb.) nedeniyle ülkedeki insanların refahı azalabilir.
Refahın sadece gelir ile ölçülmediğini bir kenara bıraksak bile, bir ekonomiyi ayakta tutmak için yarım yamalak uygulanan önlemlerin, iktisadi toparlanma açısından çok da etkili olmadığını da söyleyebiliriz. İktisatçılar genellikle iktisadi toparlanmanın ön koşulunun virüsü kontrol altına almak olduğunu söylüyor. Mesela, Çakmaklı, Demiralp ve diğerleri, yazdıkları bir makalede kısmi kapanmaların, normalleşme sürecini uzattığı için iktisadi açıdan daha maliyetli olduğunu gösteriyor. Türkiye açısından düşünürsek, virüsle mücadelede erkenden tam kapanmayı ya da en azından daha kapsamlı önlemleri tercih etmemiş olmamızın bedeli ağır olmuş olabilir. İktisadi toparlanmayı sağlayamadığımız gibi, GSYH ile ölçülemeyen refah kayıplarını da arttırmış olabiliriz.
Dışsallıklar
İktisatçılar insan davranışları ve kamu politikaları hakkında düşünürken dışsallık değimiz kavramı çok kullanırlar. En basit haliyle, dışsallık, bireylerin (veya bir alışverişteki tarafların) eylemlerinin üçüncü kişiler için yarattığı fayda ve zararlar olarak düşünülebilir. Mesela, ben sigara içip sizi duman altında bırakıyorsam (ve verdiğim zararı telafi etmiyorsam), negatif dışsallığa maruz kaldığınızı söyleyebilirsiniz. Covid-19 salgını sürecinde, bu dışsallıklar konusu oldukça önemli hale geldi. Maske ve mesafe gibi önlemlere uymayanları düşünün. Bu kişiler, maske takıp takmamanın kendi kararları olduğunu sanıyor olabilir ama eylemleri sadece onları değil tüm toplumu ilgilendiriyor. Semptom göstermeyenlerin virüsü taşıyabildiği ve yayabildiği de göz önüne alınırsa, tedbirsizce orada burada dolaşarak salgının yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Mesela, bu sorumsuz eylemleri, hiç tanımadıkları birinin annesinin entübe edilmesine neden oluyor olabilir. Onlar, bu zarardan haberdar bile olmadan mışıl mışıl uyurken, başka bir aile onlar yüzünüzden uykusuz geceler geçiriyor olabilir. Alın size negatif dışsallık. İktisat, bu tür dışsallıklarla nasıl mücadele edileceği ile ilgili devasa bir literatüre sahip ama benim görebildiğim kadarıyla, kamu politikaları maske takmayana ceza kesmek dışında bu tür dışsallıkları kontrol etmek için yeterli bir çabayı göstermiyor. Türkiye'de ve diğer pek çok ülkede insanlar maske takmanın toplumu da ilgilendiren bir konu olduğunu tam anlayabilmiş değil. Kamuoyunun bu dışsallıklar hakkında etkili bir şekilde bilgilendirilmesi bir başlangıç olabilir. Bunun dışında virüs taşıyanların ortalıkta dolaşmasını engellemek için çok daha etkili bir test ve takip sistemine ihtiyaç var mesela. Salgın sürecinde negatif dışsallıkları azaltmanın yollarını hakkında etraflıca düşünmek lazım.
Bu konuyu kafa karıştırmadan bitirirsem olmaz. O sebeple, ekleyeyim: salgın sürecinde pozitif dışsallıklardan da bahsedebiliriz. Birinin dikkatsiz dolaşması veya aşı olmaması nasıl negatif dışsallık yaratıyorsa, kurallara uyması veya aşı olması da pozitif dışsallık yaratıyor. Önemli nokta şu: salgın ile ilgili politikaları düşünürken dışsallıkları daha çok dikkate almamız lazım.
Müşevvikler ve Peltzman etkisi
Maske takmayana neden ceza kesiliyor? Çünkü müşevvikler önemlidir! Yetkililer, maske takmamayı cezalandırarak, insanların maske takmasını sağlamaya çalışıyor. Ancak, bu tür politikaların etkili olması için sadece ceza kesmek yeterli değil. Yapılan düzenlemenin insan davranışlarını nasıl değiştireceğini de dikkate almak gerekiyor. İktisatta Peltzman etkisi diye bir kavram var. Kavram, Samuel Peltzman 1975'de yaptığı bir çalışmaya dayanıyor. Basitçe, Peltzan politika yapacıları uyarıyor ve diyor ki, "yaptığınız düzenleme insanların davranışlarını değiştirebilir ve bu sebeple istediğiniz amaca ulaşamayabilirsiniz". Bunun salgın politikalarıyla ilişkisi ne? Şu: maske takmayı teşvik eden (ve takmamayı cezalandıran) bir politikayı, maske takanların davranışını nasıl etkileyeceğini düşünerek tasarlamak gerekir. Örneğin, eğer kamu otoritesi maskenin bizleri virüsten koruyacağını söylüyor ama maskenin yüzde yüz koruma sağlamadığını etkili bir şekilde anlatmıyorsa, insanlar maske takınca her şeyi yapabileceklerini düşünüp, virüsün yayılmasını sağlayacak şeyler yapabilirler. Maskeliyiz diye havalandırması iyi olmayan ortamlarda uzun süre vakit geçirebilirler veya mesafe konusuna yeterli özeni göstermeyebilirler. Dolayısıyla, "maske takmayana ceza" düzenlemesi diğer politikalar ile desteklenmiyorsa ve kamu otoritesi açık ve şeffaf davranmıyorsa, düzenleme, istenen sonuçları vermekte etkisiz kalabilir. Bu sebeple, salgın politikalarıyla uğraşanların, iktisatçıları dinlemesi ve yaptıkları düzenlemelerin insan davranışlarını nasıl değiştireceğini dikkate alması gerekir.
Marjinde düşünememek
İktisatla ilgilenenlerin ilk öğrendiği şeylerden biri marjinde düşünmek, yani her ek birimin fayda ve maliyetini karşılaştırmaktır. Ayran içiyorsunuz diyelim. Birinci bardaktan aldığınız zevk veya fayda ile bunun hemen arkasından içeceğiniz ikinci, üçüncü ve dördüncü bardak ayrandan alacağınız fayda aynı değildir. Genel olarak her ek bardak ayrandan alacağız faydanın azalacağını söyleyebiliriz. Bu sebeple, her ek bardağın size olan maliyeti ile faydasını karşılaştırarak kaç bardak ayran içeceğinize karar vermeniz mantıklı olacaktır. Çok sıcak bir günde belki üç bardak içebilirsiniz ama dördüncü bardağı içmeden önce bir daha düşünmeniz iyi olabilir. İktisatçıların aksine, kamu otoriteleri genelde marjinde düşünmez. Onlar genelde, topyekun karar almayı severler. Mesela, maske takmayı zorunlu tutacaklarsa her yerde maske takmayı zorunlu kılarlar. İktisadi açıdan bakıldığında bu mantıklı değildir. Maske takmayı zorunlu tutup ceza uygulayacaksak, maske takmayı düzenlemesini de ayran içmek gibi düşünmemiz gerekir. Maskeyle ilgili topyekun düzenleme yapmak yerine, maske yasağının uygulanabileceği yerleri ayrı ayrı düşünmek ve her ek yasağın getireceği fayda ve maliyeti karşılaştırmak gerekir. Diyelim ki, düzenleme yapmaya kapalı alanlardan başladık. Kapalı alanlarda maske takmanın faydası açık ve net bir şekilde maske takmanın maliyetinden yüksek. Dolayısıyla, bu düzenlemeyi geçirebiliriz. Diyelim ki maske komisyonu üyelerinden biri dedi ki "arkadaşlar mesafeyi korumanın zor olduğu diğer yerler için de maske zorunluluğu getirelim". Tamam. Bunu da ayrıca düşünelim, bu düzenlemenin de getireceği fayda maliyetinden yüksek gibi. O zaman uygulayabiliriz. Yine diyelim ki, başka bir komisyon üyesi çıktı ve dedi ki, "park ve bahçelerde açık havada yalnız başına yürüyen herkes maske taksın". İşte burada, biraz daha dikkatli olmak lazım. virüsün bulaşma riskinin çok düşük olduğu bu tür aktiviteler için maske zorunluğu getirmek ne kadar mantıklı, maske takmanın getireceği fayda ne? Bunları düşünmek lazım. Maske takmak kapalı ortamlarda faydalı diye, açık havada koyun otlatan çobana maske takmıyor diye ceza kesmenin manası pek yok. Çünkü, çobana maske zorunluluğu getirmenin göreli faydası çok düşük. Düşünürseniz, her aktivitenin riski aynı değil. Parkta yalnız başına yürürken veya koşu yaparken maske takmanın faydası çok düşük, hatta nefes almanızı güçleştiriyorsa zararı bile olabilir. Salgın politikalarının topyekun politikalar yerine artık marjinde düşünerek tasarlanmasında fayda var.
Daha genel olarak düşünürsek, her düzenlemenin faydası ve maliyeti var. Maliyet derken sadece paradan bahsetmiyorum, diğer zararları da dahil ediyorum. Mesela, 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı uyguladığınızda, 65 yaş üstündekilerin açık havaya çıkmasının ve yürüyüş yapmasının da önüne geçmiş oluyorsunuz. Bu bir zarar ve sokağa çıkma yasağını topyekün uygularken dikkate alınması gereken bir şey. Politikacılar marjinde düşünüyor olsaydı, toptan sokağa çıkma yasağı uygulamak yerine, sokakta ve açık havada yapılabilecek aktivitelerin risklerine göre bir düzenlemeye giderlerdi; parkta tek başına yürüyen birine maske takmıyor diye ceza kesmez, sokağa çıkma yasağını daha seçici bir şekilde uygularlardı.
Bilgi eksikliği ve iletişim
Şimdiye kadar söylediklerimden çıkan bir sonuç şu: iktisadi bakış açısı bize, müşevvikleri, dışsallıkları, her ek politika maddesinin göreli faydasını ve salgın politikalarının insan davranışlarını nasıl değiştirebileceğini dikkate almamız gerektiğini söylüyor. Müşevvikleri düşünün. İstediğimiz şey şu: insanlar bulaş riski olan aktivitelerden kaçınsınlar ve virüsün yayılmasına katkıda bulunmasınlar. Bunu sağlamak için cezalar dışında bir yöntem var: kamu otoritesinin salgın hakkında doğru ve eksiksiz bilgi vermesi ve şeffaf olması. Neden? Çünkü salgının riskleri iyi anlaşılırsa, insanlar hem kendileri için hem de başkaları için (dışsallıklar) riskli davranışlardan daha çok kaçınırlar. Covid-19 salgını konusunda doğru ve eksiksiz bilgi, insan davranışlarını etkiliyor çünkü her eylemin fayda ve zaralarını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Düşünürseniz, Sağlık Bakanlığı'nın Covid-19 salgını başlangıcında uzun süre sadece "hasta" verilerini yayınlayıp vaka verilerini gizlemesi ve ilçe ilçe salgın riski haritası yayınlamamış olması, insanların virüsü ne kadar ciddiye aldığını, dolayısıyla da davranışlarını, etkiledi. Yetkililerin doğru ve eksisiz bilgiyi açık ve net bir şekilde açıklaması, yanlış bilgilerin yayılmasını da engelleyebilirdi. Ama ne oldu? Biz uzun süre gerçek vaka sayılarının ne olduğunu tahmin etmeye çalıştık. Salgının hangi illerde kötüye gittiğini sosyal medyadan öğrenmeye çalıştık. Şimdi yukarıdaki grafiklere bakınca bunu daha iyi görmek mümkün. Kasım ayına kadar ne olduğunu hala tam olarak bilmediğimiz bir "günlük hasta sayısı" verisi ile idare etmişiz. Covid-19 salgınının başlangıcından aylar sonra salgının boyutunu idrak etmişiz. Dahası il ve ilçe bazında veriler uzun süre verilmediği için kimse kendi yaşadığı yerde riskin ne kadar yüksek olduğunu bilememiş. Bunlardan daha kötüsü, verilere olan güvenimiz sarsılmış. Açıklanan veriler mi doğru yoksa Twitter'daki doktor bilmem kimin dedikleri mi doğru diye düşünmeye başlamışız. Güven bir kere kaybolunca yerine koymak çok zor oluyor. Merkez Bankası'ndan biliyoruz.
Tabii, sadece doğru ve eksiksiz bilgi vermek de yeterli değil. Politikaların tutarlı bir şekilde uygulanması da gerekiyor. Bir tarafta sokakta, açık havada maske takmayanlara ceza kesilirken, diğer tarafta iktidar partisinin kapalı alanlarda kalabalık kongreler düzenlemesi vatandaşlara nasıl bir mesaj veriyor? Bu kongrelerde her tedbir alınmış olsa bile (yatay çekim nedeniyle tam bilemiyoruz!), bu kongrelerin vatandaşa verdiği mesajı da düşünmek lazım. Vatandaşa aslında alınan önemlerin o kadar da önemli olmadığı ve bugüne kadar uygulanan yasakların gereksiz olduğu mesajını vermek ne kadar doğru olabilir? Bir de işin eşitlik boyutu var. Kurallar herkes için geçerli değil mi? Tabii bir de negatif dışallıklar var. Sağlık Bakanlığı, negatif dışsallıkları dikkate alsaydı, marjinde düşünüyor olsaydı ve Peltzman etkisini dikkate alsaydı böyle mi davranırdı?
Son olarak, görmüşsünüzdür, geçen hafta salgın kurallarını ihlal eden Norveç Başbakanına para cezası kesildi. Norveç Emniyet müdürü, ceza hakkında, "Halkın sosyal kısıtlamalarla ilgili kurallara olan güvenini muhafaza etmek adına ceza verilmesi doğruydu" dedi. Şimdi bunun bizim memlekette olduğunu bir düşünün. Düşünmeye çalışın. Yahu bir deneyin canım. Peki, peki, düşünemiyorsanız, boş verin. Netice olarak, biraz iktisat, hem kendi davranışlarınızı hem de kamunun salgın politikalarını değerlendirmek için faydalı olabilir.
Not edeyim: "Economics in One Virus"'ün birinci bölümü iktisadi refah, ikinci bölümü dışsallık, altıncı bölümü marjinde düşünmek ve on ikinci bölümü Pelzman etkisini ele alıyor. Kitapta, iktisadın temel alet kutusu ile salgın ve salgın politikaları hakkında nasıl düşünebileceğimizi gösteren pek çok başka bölüm de var. Kitap, Covid-19 örneğini kullanarak, iktisadın temel kavramlarını anlatıyor. Tüm iktisat öğrencilerine ve meraklılarına öneririm. Kitapta söylenen her şeye (özellikle de bazı politika önerilerine) katılmayabilirsiniz ama salgın ile ilgili her tür sohbet ve tartışmada karşımıza çıkan konular hakkında iktisadi bir bakış açısıyla nasıl düşünebiliriz güzelce anlatıyor.
Patates Piyasasında Örümcek Ağı
CNN Türk'ün haberine göre, "Toprak Mahsulleri Ofisi çiftçinin elinde kalan 1 Milyon 200 bin ton patates, 250 bin ton soğan, 750 bin ton çeltiği satın alacak"mış. Tarım ve Orman Bakanlığının verilerine göre, 2019 yılında yaklaşık olarak 5 milyon ton patates üretilmiş. Eğer çiftçinin elinde 1 Milyon 200 bin ton patates kaldıysa durum aşırı vahim demektir. Baktım başka haberlerde verilen rakamlar farklı. Mesela, Dünya Gazetesi, "250-300 bin ton yemeklik patates, 40 bin ton soğan ve 75 bin ton çeltik"ten bahsediyor. Bu sanki daha mantıklı ama bilemiyorum.
Neyse, TMO patatesi çiftçiden 85 kuruşa alıp, ihtiyacı olana bedelsiz olarak dağıtacakmış. İnegöl Ziraat Odası Başkanı Sezai Çelik'in açıklamasına göre depolardan patatesi kilosu 30 kuruş - 50 kuruş gibi bir fiyata almak mümkünmüş. Baktım, Migros sanal markette de patatesin fiyatı 1.5 TL civarında. Görmeyeli patates fiyatları düşmüş. Peki neden?
Geçen hafta Bloomber HT, Ziraat mühendisleri odası başkanının açıklamalarını yayınlamıştı. Habere göre, "Alıcı bulunamayan tonlarca soğan, elma ve limon da depolarda çürüyor"muş. Haberde şöyle deniyor:
"Alıcı bulunamayan tonlarca patates, soğan elma ve limon alıcı bulunamadığı için depolarda çürüyor. Üreticiler geçtiğimiz yıl sebze ihracatının yasaklanması, restoranların sınırlı hizmet vermesi ve turizm sektöründe de yarım kapasite çalışılmasından kaynaklı ürünlerin piyasaya fazla geldiğini söylüyor."
Bakan Pakdemirli ise yaptığı açıklamada şöyle diyor:
"Pandemi sürecinde otel, lokanta vb. toplu tüketim yerlerinde yaşanan talep daralması nedeniyle yurtiçi ve yurtdışı piyasalarda patates ve soğan satışları gerilemiştir. Bu gelişmeler stokların artmasına ve fiyatların üretici aleyhine düşmesine neden olmaktadır."
Bu haberlerden anladığımız, talep azalması nedeniyle bir arz fazlası ortaya çıkmış. Patates fiyatı markette pazarda düşmüş, ama ürünün tamamının satılmasını sağlayacak kadar düşmemiş. Açıklamalardan anladığımız kadarıyla, çiftçiler yüksek fiyat beklentisiyle bu sene daha çok üretim yapmış, dolayısıyla arz artarken talep azalmış. Yani, "peki bu çiftçi niye yüksek fiyat beklemiş?" diye sorarsanız, sizlere geçen senelerdeki yüksek patates fiyatlarını hatırlatmak isterim. Ekim yaptıkları döneminde yüksek fiyatlara bakıp karar veren çiftçiler, hasat dönemi geldiğinde böyle "sürprizlerle" karşılaşabiliyorlar. Bunu iktisattaki cobweb teoremi ile açıklamak mümkün.
Aşağıdaki grafik, Mordecai Ezekiel'in 1938 tarihli "The Cobweb Theorem" başlıklı makalesinden. Grafikteki kesik çizgiler, yıldan yıla üretim ve fiyatlardaki değişimleri simgeliyor. "27" etiketli daire 1927 yılındaki fiyat ve üretim miktarı kombinasyonunu gösteriyor. "28" etiketli kare ise the 1927 fiyatını ve 1928 üretim miktarını gösteriyor. Bu noktayı, 1927'deki fiyata bakıp üretim miktarını belirleyen çiftçinin 1928 yılında ürettiği miktar olarak düşünebilirsiniz. 28 ile gösterilen daireyi de bu miktar için 1928 senesinde oluşan fiyat olarak düşünebilirsiniz. Üretim yüksek fiyat beklentisiyle artınca, patates fiyatı düşüyor; patates fiyatı düşünce bir sonraki sene çiftçi daha az üretim yapıyor. Bu sefer de fiyat artıyor ve bu böyle gidiyor. Not etmek gerekir ki, Ezekiel'in de belirttiği gibi bu grafikteki arz ve talep eğrileri (anlatımı basitleştirmek için kullanılan) temsili çizgiler.
Ezekiel'e göre patates piyasası, fiyat ve miktardaki dalgalanmalara rağmen dengeye doğru hareket eden bir piyasa olarak düşünülebilir. (Her piyasa böyle olmak zorunda değil.) Ancak, normal koşullarda zaten dalgalanan bu piyasa, pandemi nedeniyle bir de talep şoku yiyince çiftçinin ürünlerinin önemli bir kısmı elinde kalmış. Ayrıca, patates forumlarından anladığım kadarıyla (evet internette patates forumları var), çiftçiler ürünlerini maliyetin altında satmak istemiyorlar. Buna fiyatların yükseleceği beklentisi de eklenince, "biraz daha bekleyelim, sonra yüksek fiyata satarız" diyorlar ve depolarda olması gerekenden fazla patates kalıyor. Görünen o ki, bu sene patatesten eli yanan çiftçi, seneye daha az patates üretecek ve muhtemelen seneye patatesin fiyatı artacak. Aynen cobweb teoreminin söylediği gibi.
Hatırlarsınız 2018 yılında soğan fiyatları yükseldi diye soğan depolarına baskınlar yapılmıştı. Bu sene (2021'de) depodaki patatesi satın alan devlet, seneye (2022'de) fiyatlar yükseldi diye depolara baskın yapmaya kalkarsa, yetkililere Cobweb ("örümcek ağı") teoreminden biraz bahsetmek faydalı olabilir.
Patates piyasasını yakından inceleyen uzmanlar eminim daha detaylı analizler yapacaktır. Ben sadece, Cobweb teoremini cümle içinde kullanmak istedim 🙂
Bu arada, "cobweb" yani "örümcek ağı" ifadesini ilk kullanan kişinin de Nicholas Kaldor olduğunu not edeyim. Kaldor, bu ifadeyi 1930'larda Ricci ve Schultz'un Almanca literatürdeki katkılarını tasvir etmek için kullanıyor. Meraklısı için ilgili makale burada.
Haftanın bağlantıları
Merkez Bankası
Selva Demiralp, Merkez Bankası güvenirliği ile ilgili güzel bir yazı yazmış: "Enflasyon, Merkez Bankası güvenilirliği, bağımsızlık". Okumanızı tavsiye ederim.
Bu haftaya imza atan olaylardan biri de Merkez Bankası rezervlerindeki azalma ile ilgili tartışmaydı. Reuters, MB'nin rezervlerinin son 18 yılın en düşük seviyesinde olduğunu söyleyen bir haber yaptı.
Bir başka haberlere göre, rezervlerin nereye gittiğini soran CHP'nin '128 milyar dolar nerede?' afişlerine 'Cumhurbaşkanına hakaret' soruşturması açılmış.
Tabii bu tartışma çok da yeni değil. Uğur Gürses, Twitter hesabından 2019 yılında o zamanın Merkez Bankası başkanına sorduğu rezerv sorusunu paylaştı. Youtube'dan izleyebilirsiniz.
BBC Türkçe, geçen hafta "Merkez Bankası rezervlerindeki düşüş ne anlama geliyor?" başlıklı bir haber yaptı. Haberde Yalçın Karatepe'nin de açıklamaları da var. Okumak isteyebilirsiniz.
Enflasyon
Emrah Lafçı, açıklanan enflasyon verilerini yorumlamış. Enflasyonun nasıl hesaplandığını da anlatıyor. İzlemek isteyebilirsiniz: https://youtu.be/xHH8002UH0w
Financial Times'tan Ayla Jean Yackley, "Türkiye'de enflasyonun artması Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu'nu ikilemde bıraktı" başlıklı bir haber hazırlamış. BBC Türkçe haberi özetlemiş. Okumak isteyebilirsiniz ama ben Kavacıoğlu'nun her hangi bir ikilemde kaldığını sanmıyorum. Sonuç olarak bizde atanmış yöneticilerin kafası her daim nettir! Gerçi eski başkanlardan Murat Uysal bıyık bırakıp bırakmama konusunda ikilemde kalmıştı ama onu herhalde bir istisna olarak görebiliriz 🙂
Bitirirken...
Bu haftalık bu kadar. Okuduğunuz için teşekkürler.
Bültene abone olanlara ve Twitter'dan takip edenlere çok teşekkür ederim. Bülteni beğeniyorsanız, Twitter'da aktif olmayan kişilere de ulaşmama yardım ederseniz çok sevinirim. Mesela, Facebook'ta ve diğer mecralarda paylaşabilirsiniz ve ilgili olabilecek kişilere e-posta ile gönderebilirsiniz. Yardımınız için teşekkürler.
Güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle,
Sevgiler,
N. Emrah Aydınonat