Merhaba,
İktisat Nedir? | Bülten‘in bu haftaki sayısında Marmara Denizi'ndeki deniz salyası sorunu var.
Haftanın bağlantılarında ilginizi çekecek bir şeyler bulacağınızı umuyorum.
İyi okumalar!
Toplam okuma süresi: 8 -10 dakika
Hayatın İçindeki İktisat
Deniz salyası
Bugün size Marmara Denizi'ndeki deniz salyasının mesajını ileteceğim. Ama o mesaja gelmeden önce, gözden kaçıranlar için, deniz salyası (musilaj) ile ilgili haber ve yazılara bir bakalım.
Önce haberler
Hiç mi hiç haberi olmayanlar için bir video ile başlayalım.
BBC Türkçe, konuyla ilgili kapsamlı bir haber yapmış. Deniz salyasının neden oluştuğunu, deniz salyası konusunda ne yapılması gerektiğini vb. ayrıntılı bir biçimde ele almış. Haberde, bilim insanlarının deniz salyasının en önemli nedenlerinden birinin atıklar olduğu konusunda uzlaştığı söyleniyor:
"Deniz biyoloğu Mert Gökalp "Neden olduğu ve doğal olmadığı çok net ortada; bunu yapan insan ve sorumsuz yaşayış, şehirleşme şekli, atıklar" diyor. Marmara Denizi'nin çevresinde yaklaşık 25 milyon insan yaşıyor. Türkiye'nin endüstrisinin yarıya yakını da Marmara Denizi'nin çevresinde yer alıyor. Yani evsel, endüstriyel ve tarımsal atıkların tümü doğrudan ya da dolaylı olarak Marmara Denizi'ne gidiyor."
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü ve Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü'nden akademisyenler, Bilim Akademisi'nin popüler bilim yayını olan SARKAÇ için yazdıkları yazıda şunu söylüyorlar:
"Deniz salyası ya da bilimsel adıyla ‘müsilaj’ denizlerimizde artan deniz suyu sıcaklıkları ve insan kaynaklı baskıları (evsel ve sanayii kaynaklı atıklar, arıtım seviyelerindeki yetersizlikler, aşırı balıkçılık vs.) ile tetiklendiği düşünülen organik bir oluşum. Sümüksü yapısı dolayısıyla özellikle deniz tabanında yaşayan canlılar olmak üzere tüm ekosistemi olumsuz etkiliyor. Dengenin bozulmasının daha büyük ekolojik bozulmalara (dip sularında oksijen tükenmesi, canlıların toplu ölümleri gibi) yol açabileceği öngörülüyor."
Birartıbir adlı sitede Marmara Çevresel İzleme projesi yürütücüsü hidrobiyolog Levent Artüz ile yapılan bir söyleşi var. Söyleşiyi okumanızı tavsiye ederim. Artüz, Marmara'daki deniz salyası problemine tarihsel açıdan bakıyor ve diyor ki:
"Müsilaj durup dururken ortaya çıkmadı. Ortaya çıkan müsilaj agregatın Marmara’nın özgün yapısıyla inatlaşarak yapılan uygulamalarla direkt ilişkisi var. Marmara Denizi’nin kirletilme tarihiyle de doğrudan bağlantılı."
Artüz'e göre, Marmara Denizi'nin bu hale gelmesinin tarihçesi 1989'a kadar gidiyor. Diyor ki,
"Bu kirliliğin oluşmasındaki temel neden de Marmara Denizi’nin alıcı ortam olarak kabul edilip, geçici mühendislik çözümleri ile derin deniz deşarjları uygulanarak, atıkların Akdeniz kaynaklı alt akıntıya verilmesidir.”
Deniz salyası iktisadı
İlk bakışta öyle görünmese de deniz salyası meselesi evsel ve endüstriyel atıklarla ilgisi nedeniyle tam bir Hayatın İçindeki İktisat konusu.
Deniz salyasının olası iktisadi sonuçları
En basitinden, deniz salyası sorununun büyümesi halinde bunun iktisadi etkilerinin olacağını biliyoruz. Neler olabilir?
Misal, Marmara Denizi'ndeki ve ilişkili olarak Karadeniz'deki ekolojik dengenin bozulması, balık arzını azaltabilir. Bu, balık fiyatlarına yansıyabilir, bütçenizi etkileyebilir ve dengeli beslenmenizin önüne bir engel daha koyabilir.
Balıkçılar gelir kaybına uğrayabilir. Bazıları işsiz kalabilir. Yoksulluk artabilir. Bazı balıkçılar başka sektörlerde iş aramaya başlayabilir ve bu iş piyasasındaki dengeleri değiştirebilir.
Deniz salyası sorunu çok ciddi bir boyuta ulaşırsa, Marmara Bölgesi'nde yaşam kalitesi düşer ve imkanı olanlar başka illerde iş ve ev aramaya başlayabilir. (Atıyorum) misal, Ege'ye göç edebilirler ve bu Ege'deki ev fiyatlarını arttırabilir. Ege'de işgücü arzı arttığı için Ege'deki (muhtemelen, eğitimli) çalışanların maaşları düşebilir.
Yine sorun büyüdüğü takdirde, İstanbul turist kaybedebilir, esnaf ve turistik oteller gelir kaybına uğrayabilir, vb.
Örnekler arttırılabilir. Sabah gazetesi bile yaptığı haberde diyor ki, Marmara Denizi'nde kirlilik nedeniyle ortaya çıkan deniz salyası, turizmi, balıkçılığı ve insan sağlığını tehdit ediyor.
Nedenleri itibariyle iktisadi bir problem olarak deniz salyası
Deniz salyası probleminin ortaya çıkışı da iktisadi faktörlere bağlı. İktisat öğrencilerinin şak diye söyleyebileceği gibi, konu negatif dışsallıklarla ve Marmara Bölgesi'nin atık yönetimi politikasıyla ilişkili. Geçen hafta, plastik atık konusunu tartışırken bahsetmiştim, düşük, orta ve yüksek gelirli ülkelerin atık yönetimi pratikleri arasında büyük farklılıklar var. Düşük ve orta gelirli ülkeler, "aman bir an önce büyüyelim, aman bir an önce şehirleşelim" derken, uyguladıkları politikaların uzun dönemde ne gibi olumsuz etkileri olabileceğini göz ardı ediyorlar. Düşük ve orta gelirli ülkedeki siyasetçilerin çoğu, atık yönetimi konusunda kısa vadeli, ucuz ve geçici çözümleri tercih ediyorlar.
Neden? Önemli nedenlerden biri tabii ki müşevvikler. Atıklar yıkıcı etkisini hemen yarın göstermiyor. Vatandaş da bugün işi görülüyor mu ona bakıyor. Bugün kanalizasyon taşarsa ayaklanıyor ama kanalizasyon yıllarca usul usul arıtılmadan denize boşaltılırsa sesini çıkarmıyor. Şirketler de artıma tesisi kurmak, filtre takmak, atık üretimini azaltmak için üretim yöntemini değiştirmek gibi maliyetli işlere zorunlu olmadıkça girmek istemiyorlar. Dolayısıyla, siyasetçilerin atık yönetimine bugün hemen kafa yormak gibi bir müşevvikleri yok. Köprüler, yollar, inşaatlar ve dahi hemen açılışı yapılabilecek şeylerin siyaseten getirisi yüksek. Bu sebeple, siyasetçilerin kafasında bunlar uzun dönemde önemli olan şeylerin önüne geçiyor. Milli gelir artıyorsa, periyodik olarak çeşitli açılış kurdeleleri kesilebiliyorsa, kanalizasyonlar taşmıyor ve çöpler evlerin önünde birikmiyorsa, siyasetçi için çevreyi de dikkate alan uzun dönemli politikalar geliştirmek için bir neden olmuyor! Hele bir de sanayileşme ve şehirleşme büyük rantlar yaratıyorsa, kısa dönemde iktisadi büyümeye katkı yapıyorsa, siyasetçileri negatif dışsallıklarla ilgilenmeye zorlamak neredeyse imkansız hale geliyor. Uzmanlar, "aman efendim, bunu yaparsanız, 50 yıl sonra şöyle zararları olur" falan dediğinde kulaklarını tıkıyorlar.
Marmara Denizi'nde bugün gördüğümüz deniz salyası da Marmara'daki hızlı şehirleşme ve sanayileşmeyi öngörüsüz kısa dönemli politikalarla yönetmeye çalışan siyasetçilerin bize mirası. Çevre değerlendirme raporlarını ve uzmanların uyarılarını göz ardı edip, kısa dönemli kazançlara odaklanan siyasetçilerin mirası!
Bu mirasın bize nasıl kaldığını hidrobiyolog Levent Artüz’den dinleyelim:
"[...] o tarihlerde devlet ve yerel idare İstanbul’un kanalizasyon ve yağmur suyunun bertarafı ile içme suyunun planlanması için yabancı mühendislik firmalarının içinde olduğu DAMOC konsorsiyumunun projesi üzerinde çalışmaya başladı. [...] İstanbul’un atık suyunun bertarafı için biyolojik arıtma sistemleri kurulması öngörülüyordu. Kanalizasyon arıtma sistemleriyle ilgili projelendirme yapıldı. Hatta DAMOC projesi İstanbul’da atık suyun arıtılmasının deniz kenarındaki bölgelerde değil, karasal bölgelerde yapılmasını öneriyordu. Proje 1971’de sunuldu. DAMOC projesi hayata geçseydi İstanbul’un o günkü sorunu çağdaş bir şekilde çözülecekti. Proje gerçekleştirilmedi [...] yeni bir konsorsiyumla İstanbul Kanalizasyon Projesi Revizyonu adı altında CAMP-Tekser isimli bir proje üretildi. İlk iş arıtmalar “ön arıtmaya” çevrildi. Politik akıl ve onun şakşakçıları “Pisliği kolektörlerde toplarız, Derin Deniz Deşarjıyla Marmara’nın alt akıntısına basarız ve Karadeniz’e göndeririz” dediler. [...] Bilim insanlarının yüzde 90’ı ayağa kalktı. “Bu olmaz” dendi. Ama dinleyen olmadı. Kamuoyunda büyük tartışmalar yaşandı. Fakat idare bilimle inatlaşarak bu revizyonu uygulamaya soktu."
Olay Özal dönemi iktisat politikalarıyla yakından ilişkilii tabii ama miras sadece 80'ler ve 90'lardaki siyasetçilerin mirası değil. Benzer politikalara imza atan tüm iktidar ve yerel yönetimlerin mirası. Geçmişten günümüze.
İlk bakışta öyle görünmese de bu deniz salyası meselesi bir iktisat politikası ve politika öncelikleri meselesi. Aslında Güven Sak'ın geçen haftaki yazısında söylediği gibi, tüm meselelerimiz iktisat politikasıyla ilgili. Zaten öyle olmasa bu bülteni hazırlayamazdım 🙂
Deniz salyasının mesajı
Peki, deniz salyası bize ne diyor? Mesajı ne? Benim okuduklarımdan anladığım kadarıyla, şöyle diyor:
"Kamu politikası önceliklerini belirlerken kısa dönemli düşünmeyin, projelerinizin uzun dönemde çevreye (ve dolayısıyla ekonomiye ve yaşam koşullarına) nasıl etki edeceğini de dikkate alın!"
Biliyorsunuz, Kanal İstanbul'un temelinin Haziran ayında atılacağı açıklandı. Bu haberi de deniz salyasının mesajı bağlamında değerlendirmekte fayda var. Kanal İstanbul, bir inşaat projesi olarak büyük ve çekici bir proje olarak görünebilir. Peki ya uzun dönemde çevreye, ekonomiye ve yaşam kalitesine etkisi ne olacak? Bu soruya cevap vermeden harekete geçmemekte fayda var.
Marmara Denizi can çekişirken, kanalın etkisi ne olur diye biraz Google araması yaptım. Karşıma WWF'nin hazırladığı kapsamlı bir rapor çıktı. WWF'nin 2015'te hazırladığı ve 2018'de güncellediği bu rapora bakmanızı öneririm. WWF, "Kanal İstanbul Açılınca Marmara Ölü Bir Denize Dönüşebilir" başlığı ile bir açıklama da yayınlamış. Açıklamada şöyle demiş:
"Kanal İstanbul Projesini doğru değerlendirebilmek için Türk Boğazlar sisteminin nasıl işlediğini bilmek ve İstanbul denizlerinin kendine has dinamiklerini doğru anlamak gerekir. Küresel boyutlara sahip bu sistem hassas dengelerde çalışır. Bundan 12 bin yıl önce bir tatlı su gölü olan Karadeniz, zamanla suların yükselmesi sonucu taşarak, Boğaz üzerinden Marmara’ya akmaya başlamıştır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışı Marmara çıkışından 30 cm daha yüksektir ve her gün yaklaşık 600 milyon metreküp su üst akıntılarla Marmara’ya doğu akarken, ters yönde ilerleyen alt akıntılar bunu dengelemektedir. Uzmanların dev bir havuza benzettiği Karadeniz’in tuzluluk oranı düşüktür. Tuna, Dinyeper, Dinyester nehirleri bu havuzu tatlı suyla dolduran, İstanbul Boğazı ise boşaltan musluklardır. Akdeniz, yazın sıcağı ve kışın rüzgarları ile sürekli su kaybedeken Karadeniz'in fazla suyu boğazlardan geçerek bu su eksikliğini tamamlar. Karadeniz'i besleyen kaynakların tatlı su olmasına karşın suyundaki tuzluluk, boğazların altından ilerleyen ters yöndeki akıntılardan kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda İstanbul Boğazı’na paralel 25 metre derinliğinde yeni bir kanal açmak, havuza giren suyu arttırmadan ikinci bir musluk açmak anlamına gelir.
Uzmanlara göre, boyutları itibariyle Boğaz’da olduğu gibi Kanal içerisinde iki yönlü bir akıntı sistemi geliştirilemeyecek ve Karadeniz’in kirli suları Marmara’ya dolacaktır. Marmara Denizi’nde bol besinli üst tabaka can çekişen alt tabakaya baskı yapacak ve oksijen hızla azalacaktır. Oksijen bitince, Kanal kapatılsa bile bir daha geri dönüş olmayacak ve oksijensizlik kimyasal dengeleri alt üst ederek, alt tabakadaki hidrojen sülfür yoğunluğunu hızla arttıracak ve sonuç olarak İstanbul lodos estiğinde dayanılmaz bir şekilde çürük yumurta kokusuna maruz kalacaktır. Zamanla Karadeniz’in de ekolojik yapısı bozulacaktır. Tuna Nehri’nin Karadeniz’i kirlettiğinden şikâyetçi olan Türkiye kendi eliyle yaptığı ikinci bir boğaz ile bu kirliliği kendi evinin içerisine, yani Marmara’ya taşınmış olacaktır. Bu durum Marmara’nın ölü bir denize dönüşmesi ile sonuçlanabilecektir." (Kaynak: WWF)
Bu bilgiler ışığında, deniz salyasının mesajını önemsememizde fayda olduğunu düşünüyorum.
Bu bölümü eski bir yazımı paylaşarak bitireyim. Belki, bu haftanın konusu bağlamında, San Francisco’nun su sorunu kökten çözecek çılgın bir projenin, Reber Planı’nın hikâyesini okumak istersiniz. 1940’larda John Reber’in önerdiği bu büyük proje, San Francisco körfezinde su ihtiyacını karşılayacak iki büyük tatlı su gölü oluşturmayı, körfeze yeni arazi kazandırmayı, proje kapsamında tren yolu ve otoyollar inşa etmeyi, bir deniz üssü kurmayı ve taş ocaklarını yakıt ve mühimmat depolarına çevirip, gizlenmiş hangarlar inşa etmeyi öngörüyor. Hem su ihtiyacını karşılayacak, hem şehrin ekonomisini canlandıracak bu proje, askeri açıdan da çekici. Ne var ki, tüm cazibesine rağmen ReberPlanı, istenmeyen bazı sonuçlar ortaya çıkarabileceği kaygısıyla rafa kaldırılıyor. Nasıl? Neden? Cevaplar için buyrunuz: Reber Planı - San Francisco Körfezi Projesi Neden Yapılmadı? (PDF)
Haftanın bağlantıları
İktisat ve hayal kırıklığı
Tyler Cowen, son Bloomberg yazısında "iktisat bizi neden hayal kırıklığına uğrattı?" diye soruyor ve cevaplıyor. Cowen, yazıda akademik iktisat dergilerindeki standartların yükselmesine özel bir vurgu yapıyor. Diyor ki, akademik makalelerin kalitesi ve uzunluğu arttıkça, daha az okunur hale geldiler ve akademik iktisadın politika tartışmanındaki etkisi azaldı. Cowen, politika tartışmalarının daha çok Twitter gibi ortamlarda yapıldığını ve akademik çalışmaların bu tartışmalarda etkili olmadığını da söylüyor. Okumak isteyebilirsiniz.
Eşitsizlik
Branko Milanovic, yeni Substack yazısında "Eşitsizlik Neden Önemlidir?" sorusunu cevaplıyor. Okumanızı tavsiye ederim.
Güven Sak, Hürriyet Daily News'teki yazısında salgın sonrası gelir eşitsizliği konusunu ele alıyor. Tavsiye ederim.
Yeni kitaplar
Daniel Kahneman, Olivier Sibony ve Cass Sunstein'in yeni kitabı Noise: A Flaw in Human Judgement çıktı. Ben okumaya başladım. Siz de bakmak isteyebilirsiniz.
Tim Harford, Daniel Kahneman ile öğle yemeği yemiş ve sohbet etmiş. Okumak isteyebilirsiniz.
Harvard Business Review'de Kahneman ve Sibony ile yapılan bir söyleşi yer alıyor. "Why Smart People (Sometimes) Make Bad Decisions" başlıklı bu 'podcast'i dinlemek isteyebilirsiniz.
William H. Janeway, Project Syndicate'deki yazısında yenilik iktisadı ve büyüme ile ilgili iki yeni kitabı değerlendirmiş. Okumak isteyebilirsiniz. Kitaplar şunlar: The Power of Creative Destruction: Economic Upheaval and the Wealth of Nations (Philippe Aghion, Céline Antonin, and Simon Bunel; Harvard University Press/Belknap Press, 2021) ve Innovation in Real Places: Strategies for Prosperity in an Unforgiving World (Dan Breznitz; Oxford University Press, 2021).
D. McCloskey severler için güzel haber. Yeni kitabı çıkmış. Ben de Diane Coyle'den öğrendim. Göz atmak isteyenler buyursun: Bettering Humanomics: A New, and Old, Approach to Economic Science (Deirdre Nansen McCloskey,University of Chicago Press, 2021).
Covid-19, aşıya erişim ve çöpe giden aşılar
Aşıya erişim konusunu daha önceki bültenlerde ele almıştık. Geçen hafta Zeynep Tüfekçi, bu konuda güzel bir yazı yazdı. Okumanızı öneririm. Tüfekçi diyor ki, aşıya erişim sorunu çözülmezse, yeni virüs mutasyonları nedeniyle aşılamada geri kalan düşük gelirli ülkelerde Covid-19 yüzünden çok daha fazla insan ölebilir. Yazıya erişemiyorsanız, şu twit zincirine veya Tüfekçi'nin substack yazısına bakabilirsiniz.
Bu arada, geçen hafta Vietnam sağlık bakanı "Daha kolay bulaşan yeni bir koronavirüs varyantı keşfedildi" diye açıklama yaptı. Bunu da Tüfekçi'nin uyarıları bağlamında değerlendirmekte fayda var.
Nicolas Kristof, New York Times'taki yazısında, dünyayı aşılamanın gelişmiş ülkelerin yapabileceği en iyi yatırım olduğunu söylüyor. Diyor ki, "The I.M.F. calculates that an urgent $50 billion investment — now! — primarily by rich countries to vaccinate people in poor countries would yield an astonishing $9 trillion in additional economic growth by 2025, by controlling the pandemic earlier. [...] But even if the I.M.F. estimates of benefits are off by an order of magnitude, so that the gain is only $900 billion rather than $9 trillion — that’s still an extraordinary 18-fold return on a $50 billion investment. The West can’t afford not to make it."
Pek çok kişi dünyadaki herkesi hemen aşılamanın yapılabilecek en iyi şey olduğu konusunda hemfikir. Ancak, mevcut aşılama stratejisinin iyi olup olmadığı tartışmalı. Yine New York Times'ta yayınlanan bir yazıya göre, Güney Sudan, Covax'tan aldığı 60 bin doz aşıyı, zamanında aşılama yapamadığı için kullanamadan çöpe atmış. Malawi'de ise 20 bin doz aşı çöp olmuş. Yazıda aşı tedarik stratejisinin değişmesi gerektiği söyleniyor.
Çöp olan 60 bin doz aşıyı duyunca insan "nasıl olur!" diye isyan ediyor ama anladığım gelişmiş ülkelerde de çok aşı çöp oluyor. Mesela bir habere göre, Fransa'da AstraZeneca aşıların yüzde 25'i ve Pfizer aşıların yüzde 7'si çöp olmuş. Bu haber doğruysa ve Fransa'nın 35 milyon doz aşı yaptığını düşünürsek, bu milyonlarca doz aşının çöp olması demek. WHO'nun hazırladığı el kitabına göre, WHO'ya rapor edilen aşı israfı yüzde 50'leri buluyormuş.
Görünen o ki, tüm dünyanın aşılanabilmesi için aşının dağıtılması tek başına yeterli değil. Ülkelerin aşılama kapasitesine de yatırım yapmak gerekiyor ve aşı israfını önlemek gerekiyor. Daha önceki bültenlerde bu konuyu ele almıştık ve konunun sadece patent meselesi olmadığını görmüştük. Karşımızda çok daha karmaşık bir problem var.
Acemoğlu söyleşisi
Murat Sabuncu'nun Daron Acemoğlu ile yaptığı söyleşiyi izlemenizi öneririm. Daron hoca diyor ki, "Çok büyük korkum var, Türkiye’de ekonomik kriz derinleşebilir!"
Bitirirken...
Bu haftalık bu kadar. Okuduğunuz için teşekkürler.
Güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle,
Sevgiler,
N. Emrah Aydınonat