Merhaba,
İktisat Nedir? | Bülten‘in bu haftaki sayısında plastik atık ticareti var. Atıklar neden yüksek gelirli ülkelerden görece daha düşük gelirli ülkelere doğru akıyor? Bir ülkenin atık ithalatı yapmasının ardındaki mantık nedir? Atık ithalatının demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile ne ilgisi var? Gelin bakalım.
Haftanın bağlantılarında ise aşı patentleri ve kripto varlıklarla ilgili bağlantılar var. İlginizi çekecek bir şeyler bulacağınızı umuyorum.
İyi okumalar!
Toplam okuma süresi: 12 -15 dakika.
Hayatın İçindeki İktisat
Plastik atık belası
Bu haftaki sorumuz şu: Türkiye neden Avrupa ve İngiltere'den plastik atık ithal ediyor? Ya da şöyle soralım, Türkiye henüz kendi ürettiği çöp ile baş edemez durumdayken, neden dünyanın çöpünü ithal ediyor? Bunun iktisadi bir mantığı var mıdır? Varsa, iktisadi mantık her zaman Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin yararını gözetir mi?
Önce bazı bilgiler ve konuyla ilgili haberler:
Biyolojik Çeşitlilik Merkezi'ne (Center for Biological Diversity) göre mevcut eğilimler devam ederse 2050 yılında denizlerdeki plastik miktarı balık miktarından daha fazla olacakmış. Fazla konuşulmasa da plastik atıklar, dünyanın önemli problemlerinden biri. Plastik atıklar sadece deniz canlılarını olumsuz etkilemiyor, bizi de olumsuz etkiliyor. Mesela, deniz ve okyanusların ve dolayısıyla deniz canlılarının sağlığının insan sağlığı ile yakından ilişkili olduğu biliniyor. Plastik kullanımı evlerimizdeki mikroplastik miktarını arttırıyor ve bu sağlığımız için tehlikeli, çünkü farkında olmadan mikroplastik soluyoruz (evi daha sık temizlemek için bir neden daha). Örneklerin sayısı çoğaltılabilir.
Geçen hafta haberlerde görmüşsünüzdür, Türkiye son yıllarda bir plastik atık cenneti haline geldi. Konuyla ilgili BBC Türkçe haberine göre bunda Çin'in 2017 yılında atık ithalatını yasaklamasının ve Türkiye'nin plastik atık ithalatını desteklemesinin önemli bir rolü varmış. Habere göre Türkiye, dünyanın en çok plastik atık ithal eden ülkelerinden biri haline gelmiş. BBC haberini okumanızı tavsiye ederim. Konuyu etraflıca ele alıyor.
Yine BBC Türkçe'deki diğer habere göre Greenpeace'in iddiası şu: "İngiltere'deki plastik atıkların yaklaşık yüzde 40'ı Türkiye'ye ihraç edildi ve yasa dışı yollarla toplanıp yakıldı". Aynı konudaki The Guardian haberini de okumak isteyebilirsiniz. Ya da okumaya üşeniyorsanız, geçen sene DW'nin yaptığı haberi izleyebilirsiniz.
Greenpeace'in uluslararası istatistikleri derlediği yazısındaki önemli bazı bilgiler şöyle: "Türkiye, 2020 yılında Avrupa Birliği ülkeleri ve İngiltere’den toplam 659,960 ton plastik atık ithal" etmiş. Plastik atık ithalatı, 2019'dan 2020'ye yüzde 13, 2004'ten 2020'ye ise 196 kat artmış. "Türkiye 2020 yılında da Avrupa’dan en çok plastik atık alan ülke" olmuş. "Türkiye, Avrupa plastik atık ihracatının yüzde %28’ini" karşılamış. "Türkiye’ye 2020 yılında en çok plastik atık gönderen ilk beş ülke" şunlarmış: İngiltere, Belçika, Almanya, Hollanda, Slovenya.
Bu bilgiler dikkatinizi çektiyse, daha önemli bir bilgi paylaşayım. WWF'nin 2019 tarihli çalışmasına göre Türkiye, Akdeniz'deki plastik çöp atığının önemli bir kısmından sorumlu. Kirliliğe en çok katkı yapan ülke Mısır, ikinci sırada ise Türkiye var. Aşağıdaki grafik durumu özetliyor. Türkiye'nin Akdeniz kıyısındaki plastik kirliliği de çok yüksek. Kirlilikte birinci olsa da, yalnız değil. Avrupa'daki bazı diğer turistik kıyıların da plastik kirliliği karnesi iyi değil.
BBC Türkçe'nin 21 Mayıs tarihli haberine göre, "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, çevre örgütü Greenpeace'in araştırmasının ardından günlük hayatta sıklıkla kullanılan etilen polimer grubundaki plastik ambalaj türü atıkların ithalatını" yasaklamış.
Tabii bu sorunun bittiği anlamına gelmiyor çünkü haberlerden anladığımız kadarıyla bu işler illa ki hukuki yollardan yürütülmüyor. Mesela Interpol, geçen sene, plastik atıklarla ilgili suçlardaki artış ile ilgili bir uyarı yayınlamış (Konuyla ilgili WFF haberi). Hollandalı ve Belçikalı gazeteciler, illegal ithal edilen atıkların Antwerp limanında tespit edilmeden hedef ülkelere ulaşabildiğini göstermiş. Haberlere göre, ABD gelişmekte olan ülkelere yasal olmayan bir şekilde plastik atık gönderiyormuş (1, 2).
Atık iktisadı
"High-income countries produce the most waste per capita, while low income countries produce the least solid waste per capita." Hoornweg & Perinaz (2012)
Dünyadaki plastik atıkların büyük bir kısmından gelişmiş ülkeler sorumlu. Dünya atık ihracatının çoğunu bu ülkeler gerçekleştiriyor. Gelişmekte olan ülkeler ise atık üretimine çok daha az katkı yapmalarına rağmen, gelişmiş ülkelerin atıklarını alıyorlar. Gelişmiş ülkelerin atık yönetimi pratikleriyle gelişmekte olan ülkelerinki arasında da büyük farklar var. Mesela, düşük gelirli ülkelerde atık üretiminin azaltılmasına dair bir çaba yokken, yüksek gelirli ülkeler atığı azaltmak, yeniden kullanmak ve geri dönüştürmek için özel çaba sarf ediyorlar. Orta gelirli ülkeler de iki arada bir derede takılıyor. Az sonra göreceğimiz gibi, bir ülkenin atık yönetimi ile atık ithalatı arasında ilişki var. (Dünya Bankası'nın "What a Waste : A Global Review of Solid Waste Management" (2012) başlıklı raporunun 5. sayfasında düşük, orta ve yüksek gelirli ülkelerin atık yönetimi pratikleri arasındaki farklılıklar özetleniyor. Bakmak isteyebilirsiniz.)
Şimdi bu işin iktisadi mantığını anlamaya çalışalım. Konu bayağı çetrefilli. Elimden geldiğince basitleştirmeye çalışacağım.
Görece düşük gelirli ülkeler neden atık ithal ediyor? Bunun cevabı basit: çünkü başka ülkelerin atıklarını alarak para kazanıyorlar. Yani, bu ülkelerdeki firmalar atık ithal ederek para kazanıyor. Buna ek olarak, aldıkları atıkların bir kısmını geri dönüştürerek (mesela atık plastikten iplik üreterek) üretim yapıyorlar. Yani, atık alıp üretim yaparak da para kazanıyorlar. Ayrıca, bazı ülkeler, geri dönüşüm için atık ithalatını teşvik ediyor. Mesela, atık ithalatını kolaylaştırıyor veya geri dönüşüm yapan firmalara destek veriyor. Bu ülkeler, aldıkları atığın tamamını geri dönüştürse çevresel sorunlar ortaya çıkmayabilir. Ama maalesef böyle olmuyor. Görece düşük gelirli ülkelerde atık yönetimi pratikleri yeterince gelişmediği ve düzenleme ve denetimler de yeterli olmadığı için atıkların hepsi geri dönüştürülmüyor. Bazı firmalar geri dönüşüm yapmak yerine, aldıkları atıkları yakmayı, bir yerlere atmayı veya denize dökmeyi atıkları geri dönüştürmekten daha kârlı buluyorlar. Bu olduğu ölçüde de daha zengin ülkelerin çöp merkezi haline gelebiliyorlar.
Görece zengin ülkeler neden atık ihraç etmek için para harcıyorlar? Güzel soru ama belki şöyle sormak lazım: zengin ülkelerdeki firmalar neden atık ihraç etmek için para harcıyorlar? Bu soru daha zor. Cevabı, "çünkü zenginler!" diyerek geçiştiremeyiz. Firmaların kâr amacı güttüğünü düşünürsek, bu maliyete katlanmalarının nedenini açıklamamız gerekiyor. Plastik atıklar, tüketici ürünlerinin üretimi ile bağlantılı olarak ortaya çıkıyor. Bir negatif dışsallık olarak düşünebiliriz. Bir tarafta, bireyler tükettikleri ürünlerden fayda elde ediyorlar. Diğer tarafta ise çevre konusundaki tercihlerine bağlı olarak, daha temiz bir çevre ve daha iyi yaşam koşullarından (yani atıkların yokluğundan) fayda elde ediyorlar. Firmalar, tüketiciler için üretim yaparak kârlarını maksimize etmeye çalışıyorlar. Eğer faaliyet gösterdikleri ülkede atıklarla ilgili bir maliyetle (mesela atık vergisi veya atıkların geri dönüştürülmesi ile ilgili başka bir düzenleme ile) karşılaşmıyorlarsa, atık üretimini önemsemiyorlar. Yasalar ve düzenlemeler atık üretmenin maliyetini arttırdıkça, firmalar da kâr maksimizasyonu yapmaya çalışırken bu maliyeti dikkate almaya başlıyorlar. Bir ülkede atık üretmenin veya atıklardan kurtulmanın maliyeti arttıkça, atığı başka ülkeye gönderme müşevviği de artıyor. Mesela, A ülkesinde bir birim atıktan kurtulmak 100 TL olsun. Aynı atığı B ülkesine göndermek ve B ülkesindeki firmalara ödeme yaparak atıktan kurtulmak 50 TL olsun. Böyle bir durum, A ülkesindeki firmaları B ülkesine atık göndermeye teşvik edecektir. Yani, sorumuzun cevabı şu: evet atık ihraç etmek için bir maliyete katlanıyorlar ama bu maliyet kendi ülkelerinde karşı karşıya kaldıkları maliyetten düşük.
Atık ticaretiyle ilgili kısıtlayıcı düzenlemelere rağmen atık ticareti nasıl devam ediyor? Atık ticaretini kısıtlayan ulusal ve uluslararası düzenlemeler ve anlaşmalar (misal, Basel Convention) atık ticaretini zorlaştırıyor; atık ticaretinin maliyetini arttırıyor. Ne var ki, eğer atık ticaretinden elde edilecek gelir yeterince fazlaysa ve uluslararası ve ulusal denetimler yeterince sıkı değilse, atık ticaretinin illegal yollardan yapılmasına engel olan bir şey yok demektir. Yani, müşevvikler ve denetim eksiklikleri (ve denetimin zorluğu), illegal atık ticaretini de açıklıyor.
Dünya atık ticaretinin belirleyicileri neler? Evet bildiniz, her şey yine (az önce anlattığım gibi) müşevviklerle ilgili 🙂 ama sadece müşevviklerle ilgili değil. Dahası var. Atık ticaretini açıklayabilmek için tüketici tercihlerini ve kurumsal yapıyı--özellikle de demokratik kurumların varlığını, hukukun üstünlüğünü-- dikkate almamız gerekiyor. Dünya atık ticaretinin belirleyicileri neler? Bir çalışma, üç şeyin önemli olduğunu söylüyor: (1) ülkeler arası gelir farklılıkları, (2) çevre yasalarındaki farklılıklar ve (3) organize suç aktivitesinin varlığı (Kallenberg 2015). Biz üçüncüsüne 'hukukun üstünlüğü' diyelim. Yani, atıklar zenginden fakire, çevreye duyarlıdan çevreye duyarsıza ve hukukun üstünlüğünün olduğu ülkelerden görece az olduğu ülkelere doğru hareket ediyor. Şimdi bunun iktisadi mantığını anlamaya çalışalım.
Vatandaşın çevreye verdiği önemin önemi!
En basit haliyle bile iktisadi mantık bize şunu söylüyor: eğer tüketiciler, yani bir ülkenin vatandaşları, güzel ve temiz bir çevreye önem veriyorsa, o zaman o ülkede atık üretmenin (ve atıkları o ülkede tutmanın) maliyeti de yükseliyor. Vatandaşın çevreye ne kadar duyarlı olacağının ülkenin gelişmişlik düzeyi ile ilgili olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Az gelişmiş bir ülkede vatandaşın derdi, evine ekmek götürmek. Gelişmiş bir ülkede ise vatandaşların karın doyurmak gibi bir dertleri yok. Daha güzel ve temiz bir çevre istemek gibi "lüks"lere sahipler. Tercihlerdeki bu farklılıklar atık üretmenin ve atıktan kurtulmanın maliyetini etkiliyor.
Demokrasi, hukuk ve atık!
Etkiliyor ama nasıl? Bu etkiyi ortaya çıkarabilecek pek çok mekanizma var. Mesela, demokratik bir ülkede siyasetçiler, vatandaşların çevreye duyarlılıklarını dikkate alan yasa ve düzenlemer yapmayı tercih edecektir. Bu da atık üreten firmaların o ülke içindeki maliyetlerini arttıracaktır. Eğer bunun tersi bir durum varsa, yani vatandaş çevreye duyarlı değilse, o zaman atık üretmenin veya atıkları denize dökmenin maliyeti de göreli olarak daha düşük olacaktır. Söz konusu ülke yeterince demokratik değilse ve dolayısıyla vatandaşların çevreyle ilgili tercihlerini takmıyorsa da benzer bir sonuç ortaya çıkabilir. Aynı şekilde hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkeyle hukukun kafaya pek takılmadığı bir ülkeyi kıyaslarsak, (diğer şeyler aynıyken) hukukun üstünlüğünün olduğu bir ülkede firmaların atıklarla ilgili maliyetlerinin daha yüksek olacağını söyleyebiliriz. Sonuçta A ülkesinde denize çöp döken firmanın faaliyetine son verilirken, B ülkesinde bu firma "ay pardon" deyip işine devam edebiliyorsa, B ülkesinde atık üretmek daha az maliyetli olacaktır. Atıklar, A ülkesinden B ülkesine akacaktır.
Özetle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki farklar dikkate alındığında, plastik atıkların neden gelişmiş ülkelerden görece az gelişmiş ülkelere doğru aktığını anlamak zor değil.
Katı İktisadi Mantık
Peki, atık ticareti iyi bir şey mi? Bu sorunun cevabı bakış açınıza göre değişecektir. Eğer her şey kusursuz işliyor olsa ve tüm ithal edilen atıklar geri dönüşüm ile ekonomiye kazandırılsa, o zaman atık ticaretine itiraz etmek de güçleşirdi. Ne var ki, sistem kusursuz işlemediği için ithal edilen atıklar kısa dönemde görece düşük gelirli ülkelerin doğasına ve insanına uzun dönemde de dünyaya zarar veriyor. Çözümün çöpleri dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşımak değil, atık üretimini azaltmak olduğu açık. Neyse, biz bu derin tartışmayı bir kenara bırakıp, konuya katı bir iktisadi mantıkla bakıldığında ne görüleceğini tartışalım.
Konuya, sadece dar ve katı iktisadi mantık penceresinden bakanlar atık ticaretinin iyi bir şey olduğunu söyleyebilir. Mesela diyebilirler ki, gelişmekte olan ülkeler atık ithal ederek gelirlerini arttırma ve gelişmiş ülkeleri yakalama şansı elde ediyorlar. Bu ülkelerin vatandaşları (henüz) temiz bir çevreyi tercih etmedikleri için ve gelişmiş ülke vatandaşları temiz bir çevreyi daha çok tercih ettikleri için, atık ticareti daha çok kişinin mutlu olmasına neden olacaktır.
Saçma mı geldi? O zaman gelin, Dünya Bankası eski baş ekonomistlerinden Lawrence Summers'ın imzası ile Dünya Bankası içinde paylaşılan bir yazıda ne dendiğine bakalım. (Ben yazıyı hızlı ve kaba bir şekilde--bazen özetleyerek--çevirdim. Anlaşılmayan yer varsa yazının İngilizce orijinaline bakabilirsiniz.)
"TARİH: Aralık 12, 1991
"Kirli" Sektörler: Aramızda kalsın, Dünya Bankası, kirli endüstrilerin En Az Gelişmiş Ülkelere (EAGÜ'lere) taşınmasını teşvik etmemeli mi? Üç neden aklıma geliyor:
1) Sağlığı bozan kirliliğin maliyeti, artan hastalık ve ölümler nedeniyle kaybedilen kazançlara bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, sağlığı bozan bir kirlilik, maliyetin en düşük olduğu, en düşük maaşlı ülkede yapılmalıdır. Bence, ücretlerin en düşük olduğu ülkeye zehirli atık atmanın iktisadi mantığı kusursuz ve bu gerçekle yüzleşmeliyiz.
2) İlk başlarda, kirlilik artışı muhtemelen çok düşük maliyetli olduğundan, kirliliğin maliyeti doğrusal olarak artmayacaktır. Her zaman Afrika'daki az nüfuslu ülkelerin büyük ölçüde DÜŞÜK kirliliğe maruz kaldığını, hava kalitesinin Los Angeles veya Mexico City'ye kıyasla büyük olasılıkla verimsiz derecede düşük [kendi hatası, bu mantığa göre "yüksek" demesi lazım] olduğunu düşünmüşümdür. Ticarete konu olmayan endüstriler (ulaşım, elektrik üretimi) tarafından bu kadar çok kirliliğin üretilmesi ve katı atıkların birim nakliye maliyetlerinin çok yüksek olması gibi üzücü olgular, hava kirliliği ve atıkta ticaretin dünya refahını arttırıcı bir şekilde gelişmesini engelliyor.
3) Estetik ve sağlık gerekçelerine dayanan temiz bir çevre talebinin gelir esnekliğini muhtemelen çok yüksektir. Prostrat kanseri olasılığında milyonda bir değişikliğe neden olan bir maddeyle ilgili endişe, insanların prostat kanseri olacak yaşa kadar hayatta kalabildikleri bir ülkede, 5 yaş altı ölüm oranının binde 200 olduğu bir ülkeye kıyasla daha fazla olacaktır. [...]
EAGÜ'lerde daha fazla kirlilik üretilmesiyle ilgili tüm bu önerilere karşı geliştirilecek argümanlarla (belirli mallara ilişkin içsel haklar, ahlaki nedenler, sosyal kaygılar, yeterli pazar eksikliği vb. gibi argümanlarla) ilgili sorun, hepsinin tersine çevrilebilir olması ve [Dünya] Banka[sı]'nın liberilizasyon ile ilgili her teklifine karşı az çok etkili bir şekilde kullanılabilir olmasıdır."
Konuyla ilgili Wikipedia başlığında da anlatıldığı gibi, yazıyı Lant Pritchett yazmış ve Lawrence Summers imzalamış. Pritchett, gelen eleştirilere cevaben, yazının alaycı bir şekilde yazıldığını ve bir şaka olduğunu söylemiş. Summers'ın ABD Senatosu'nda yaptığı açıklamaya (sf. 12) bakarsak, yazı "katı iktisadi mantığı" açıklığa kavuşturmak için yazılmış. Gerçekten de bu not, bu tür tartışmalarda karşımıza çıkan katı iktisadi düşünme biçimini gözler önüne seriyor.
Eğer hayatta tek önemli olan şey dar anlamdaki iktisadi refah olsaydı, bu "şaka"nın mantığından kaçmak oldukça güç olurdu. Ama hayattaki önemli şeyler bireysel refah, toplam refah veya kişi başına milli gelirden ibaret değil. Kişisel tercihlerimizi tatmin etmemiz (dar anlamda iktisadi refahımız) kadar özgürlüğümüz, geniş anlamıyla refahımız, temiz bir çevrede yaşama hakkımız, gelecek nesillere yaşanabilir bir ülke ve dünya bırakma sorumluluğumuz ve bunlar gibi pek çok şey de önemli. Tabii iktisatçılar da bunların önemli olduğunu çok iyi biliyor ama konu politika tasarımına gelince politika yapıcıların bunları unutma eğilimi artıyor. Özellikle kamu otoriteleri, kısa dönemli iktisadi çıkarları ve milli gelir artışını diğer şeylerden daha fazla önemsedikleri için tek bir sektörün çıkarlarını diğer her şeye tercih etme eğiliminde olabiliyorlar.
Neyse ki, onlara neyin önemli olduğunu hatırlatmak mümkün. Yukarıda gördüğümüz gibi bir ülkenin vatandaşları sadece tüketimi değil çevreyi de önemsediğini siyasetçilere hatırlattığı ölçüde, siyasetçilerin bu tercihleri yok saymasının maliyeti artacaktır. İktisadi mantık bize vatandaşın tercihlerinin siyasete yansıyabilmesi için demokratik kurumların ve hukukun üstünlüğünün de önemli olduğunu söylüyor. Alın size kapsayıcı kurumlar talep etmek için bir neden daha!
Özetle, plastik atık ithalatı meselesi sadece plastik atıklardan ve geri dönüşüm endüstrisinin sıkıntılarından ibaret bir tartışma değil. İktisattaki diğer her şey gibi hayatın ta kendisiyle ilişkili.
Not: Summers imzasıyla Dünya Bankası içinde dağıtılan not, iktisat felsefesi derslerinde kullandığım önemli bir kitapta etraflıca tartışılıyor. Kitabın ismi: Economic Analysis, Moral Philosophy, and Public Policy (D. Hausman, M. McPherson ve D. Satz | Cambridge University Press 2017). İktisat ve etik (özellikle refah iktisadı ve etik) arasındaki ilişki ilginizi çekiyorsa okumanızı tavsiye ederim.
Haftanın Bağlantıları
Aşı ve patentler
Tim Harford, Financial Times'taki yazısında aşı ve patent konusuna değiniyor ve patent yasalarının değişmesi gerektiğini söylüyor. Neden? Birincisi, benim de daha önce söylediğim gibi, geçmişte tasarlanan yasalar, günümüzün koşullarına uymuyor. Bu sebeple, ilerleyen teknoloji ve değişen koşullar dikkate alınarak fikri mülkiyet hakalarının yeniden düşünülmesi gerekiyor. İkincisi, mevcut yasaların bir fikir için sağladığı koruma (yani, sağladığı tekel gücü), korunan fikrin ortaya çıkması için harcanan emekle orantılı değil. Herkesin aklına gelebilecek bir fikrin sahibine çok uzun süre tekel gücü sağlamak, patentlerle ilgili iktisadi argümanla tam uyumlu değil. Yani, patentlerin yeni fikirlerin ortaya çıkmasını teşvik ettiğini söylemek çok mümkün değil. Tim Harford, diyor ki, koruma olsun ama belki ne kadar süre koruma olacağı yeniden düşünülmeli. Harford, aşı patentleri ilgili şunları söylüyor (mealen):
"İhtiyacımız olan ekstra dozları üreteceksek, her kısıtlamayı kaldırmayı düşünmeliyiz. Belki de patentler bu kategoriye giriyordur ama daha olası olan şu: patent tartışması asıl tartışmamız gereken konuya, yani yeni fabrikaları sübvanse etmenin ve düşük gelirli ülkeler için daha fazla doz sağlamanın maliyeti konusuna odaklanmamızı geciktiriyor."
IGM Forum, Avrupa ve AB'den iktisatçılara bu aşı ve patent meselesini sormuş. Katılan iktisatçıların yüzde 87'si, fikri mülkiyet korumasından feragat etmek yerine, zengin ülkelerin ilaç şirketlerine aşı üretimini arttırmaları için destek vermesi (ödeme yapması) gerektiğini düşünüyormuş. Ayrıca, ankete katılan iktisatçıların yüzde 89'u, zengin ülkelerin yapacağı bu harcamanın faydasının maliyetinden fazla olduğunu düşünüyormuş. Böyle bir harcama yapmamanın maliyeti ne olabilir diye soruyorsanız, şöyle düşünün: zengin ülkelerin vatandaşlarının aşılanıp, dünyanın geri kalanının (yeterli oranda) aşılanamaması durumunda bunun iktisadi bir maliyeti olacaktır. Çakmaklı ve diğerlerinin yaptığı çalışmaya göre, küresel ölçekte bu maliyet 3.8 trilyon dolar kadarmış.
Bitcoin ve ötesi
Geçen hafta Uğur Gürses, Twitter'da güzel bir video paylaştı. Bitcoin, kripto varlıklar ve blokzincir konusunda biraz bilgilenmek veya bilginizi tazelemek için bu videoyu izlemenizi öneririm. Videoyu, +90 hazırlamış.
Bu videonun başında bahsi geçen makalede (2009), Satoshi Nakamoto rumuzlu kişi, çevrimiçi ödemelerin--finansal kuruluşlardan bağımsız bir şekilde--doğrudan bir taraftan diğerine gönderilmesine izin veren bir elektronik nakit sürümü geliştirdiğini söylüyor. Öneri şu: finansal kuruluşların aracılığından bağımsız, güvene değil kriptografik ispata dayalı ademi merkeziyetçi bir elektronik ödeme sistemi. Bunun iktisadi ve sosyal açıdan neden önemli olduğunu anlamak için belki biraz daha geriye, 1999 yılına, gidip Milton Friedman'ın İnternet hakkında neler söylemiş olduğuna bakmakta fayda var. Friedman, aşağıda paylaştığım videoda (14:31'den itibaren) diyor ki (mealen):
"Bence Internet, devletin piyasalardaki rolünü azaltacak önemli faktörlerden biri olacak. İnternette eksik olan ama yakında geliştirileceğine inandığım bir şey var: güvenilir bir e-nakit. Yani, internette birbirini tanımayan iki taraf, A ile B arasında fon transferi yapmayı mümkün kılacak bir yöntem. Böyle bir şey Internette gelişecek ve insanların İnterneti kullanmasını da kolaylaştıracak. Tabii bunun negatif yönleri de olacak. Mesela, hukuki olmayan işlerle meşgul kişilerin işlerini Internette yapmaları da daha kolay hale gelecek." M. Friedman
Finansal kuruluşların sağladığı elektronik hizmetler pek tabii ki Friedman'ın söylediği şeyi kısmen gerçekleştiriyor ama Friedman'ın kafasında devletin kontrolünü güçleştirecek bireyler arası bir sistem var. Blokzincir teknolojisi ve bitcoin gibi kripto varlıklar böyle bir sistemin temellerini atmakta olduğu için mevcut kurumsal yapıyı zorluyorlar. Gelecekte neye evrileceklerini bilemiyoruz tabii ama gelişmeleri dikkatli bir şekilde izlemekte fayda var.
Bitcoin ve blokzincir teknolojileri hakkında düşünürken kurumsal yatırımcıların Bitcoin, kripto paralar ve blokzincir teknolojisi ile ilgilenmeye başladığını akılda tutmakta fayda var. Elon Musk'tan bahsetmiyorum. Mesela, Norveçli Aker ASA'nın Bitcoin ve blokzincir teknolojisine yatırım yapacak bir birim oluşturduğunu açıkladı. Morgan Stanley'in müşterilerine bitcoin fonlarına erişim hizmeti sağlayacağını söyledi. Citi Group'un raporunda bitcoinin kurumsal yatırımcılar için bir seçenek olduğunu vurguladı. Fidelity Global, yatırımcılara diğer varlıklara ek olarak Bitcoin'e yatırım yapmayı düşünmelerini de önerdi. Örnekler çoğaltılabilir. Öte taraftan, bütün kurumlar Bitcoin'i aynı şekilde görmüyor, mesela JP Morgan bazı kurumsal yatırımcıların Bitcoin'den vazgeçip, altına geçiş yaptığını söylemiş. Önemli olan şu: Bitcoin'e ve diğer kripto varlıklara yatırım yapanlar sadece konuyu bilmeyen bireysel yatırımcılar değil.
Paul Krugman'ın geçen hafta Bitcoin ve kripto varlıklar ile ilgili yazısını da bu bağlamda değerlendirmekte fayda var. Krugman diyor ki (mealen), "Bitcoin ve benzerleri henüz anlamlı bir iktisadi rol oynamayı beceremediler, bu sebeple değerlerine ne olacağı kripto oyununu oynamayanlar (yani çoğunluk) için önemsizdir." Krugman'a laf etmek haddime değil tabii ama özellikle kurumsal oyuncular Bitcoin'le ilgilenmeye başladıktan sonra, "bizi ilgilendirmez" demek bana doğru gelmiyor.
Dijital ödeme sistemleri ile ilgileniyorsanız, geçen hafta Project Syndicate'te Facebook'un henüz başarılı olamayan dijital ödeme sistemi geliştirme denemesiyle ilgili yazıyı da okumanızı öneririm. İsmi ilk başta Libra olan ve İsviçre'de faaliyet göstermesi planlanan bu proje, ismini Diem olarak değiştirdi ve faliyetlerine ABD'de devam edeceğini ilan etti. Not. Bu sistem de blokzincir teknolojisini kullanacak şekilde tasarlanıyor.
Bitirirken...
Bu haftalık bu kadar. Okuduğunuz için teşekkürler.
Güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle,
Sevgiler,
N. Emrah Aydınonat